“Bu sıra da yerin olmadığını bilmiyor musun be herif! Ya geriye çekil, ya ayakta bekle, ya da çık git. Her adam, meclisin başköşesine oturamaz Saygı, dereceye; rütbe, değere göredir. Öğüdüm, kulağına küpe olsun. Bu utanç yeter sana.
Başkalarının nasihatlerine bir daha ihtiyaç duymazsın artık. Hürmet edip de geri de otursaydın, bu utancı yaşamayacaktın. Büyüklerin yanına oturma bir daha. Pençen yoksa, ne diye aslanlığa yeltenirsin ki, anlayabilmiş değilim!
Derviş kılıklı akıllı fakih, talihinin kendisiyle cenge kalkıştığını anlayıp hiç ses çıkarmadan yalnız derinden ah çekerek kalktı ve geride bir yere oturdu. Çok geçmedi, toplantı başladı, alimler aralarında tartışmaya daldılar. Ortaya hangi konu atılmışsa evet diyenlerle hayır diyenler karşı karşıya geldiler. Öyle ki bir zaman sonra münakaşaları hayli hararetlendi, fitne kapıları bir bir açılıverdi.
Kavgaya tutuşan horoz gibiydi her biri. Kimi öfkeyle kendini kaybediyor, kimi habire el çırpıyordu. Kısası; karman çorman bir düğümün, içinden çıkılmaz bir işin içine girmişlerdi ve hiçbiri de birbiriyle uzlaşmak istemiyordu. Tam da bu sırada, o derviş kılıklı adam en arka saftan ayağa kalkıp birden aslan gibi kükredi;
Ey Kur’an’ı, fikhi, dini ve usulü halka tebliğ eden ulular, alimler! Tartışırken kuvvetli ve açık deliller ortaya atmalısınız ki, mesele hallolsun. Boğaz damarlarınızı böyle çatlatarak hiçbir yere varamazsınız. Bu bağlamda, benim de çelecek topum, vuracak çevganım var. İzin verirseniz, anlatayım!”
Bunun üzerine meclistekiler, bir ağızdan, “Biliyorsan hadi anlat!” deyince fakih, bir bir anlatmaya başladı
Öyle güzel, akıcı ve etkileyici konuştu ki, sözlerini-yüzük kaşına işler gibi- fesahat kalemiyle orda bulunanların kalplerine nakşetti Güzel düşüncelerini, suret dünyasından mana alemi ne geçirip iddiaları tek tek çürüttü. Konuşması bitince her köşeden aferin sesleri yükseldi.
Fakih, söz atını o kadar hızlı ve ileriye sürmüştü ki; kadı, balçığa saplanan eşek gibi, karşısında çaresiz kaldı. Hemen makamından kalktı, sarığını çıkardı, hürmet gösterip adama uzatırken ondan özür diledi;
“Yazıklar ol sun bize. Senin değerini bilemedik. Meclisimize teşrif ettiğin halde sana teşekkür edemedik. Seni en son safa gönderdiğim için bağışla beni, çok ama çok üzgünüm!”
Bu arada, yaveri de ok gibi fırlayıp kadıdan aldığı sarığı adama götürürken az önce yaptıklarından dolayı pişman olduğunu söyledi. Daha nice güzel, gönül okşayıcı sözler etti. Ne ki fakih, bunların hiçbirine iltifat etmedi. Yaveri hem eliyle, hem diliyle engelleyerek;
“Benden uzak dur ve bu mağrur sarığı sakın başıma geçireyim deme. Gün gelir, üstü başı eski, derviş kılıklı bir adam karşısında elli arşın sarıkla -tıpkı kadı gibi- benim de başım ağırlaşır. Yüksek bir paye verirler de başkaları gözüme hakir görünür.” dedi.
Dostum! Su, temiz olduktan sonra; testisi altın olmuş, toprak olmuş, ne fark eder! İnsanın başında güzel sarık yerine akıl ve beyin olmalı. Koca bir kafayla kabak, birdir. Zira ikisinin de içi boştur, koftur. Sarığına, sakalına güvenip de kimseye kafa tutma.
Biri, pamuk; diğeri, bir tutam ottur sonuçta. Görünüşte insana benzeyen o değersiz putlar gibi sesini hiç çıkarmamalı kalıpsız insan. Kişi, hünerine göre makam istemelidir. Zuhal gibi yüksek ve uğursuz olma. Doğrusu yükseklik hasır kamışına yaraşır, çünkü şeker kamışının özü onun içinde saklıdır!
Kaynak: Sadi Şirazi / Bostan ve Gülistan / bkz: