Burada ihmalkarlık edip üzerindeki bir hakkı ödemeyen fakat daha sonra tövbe eden kimsenin bu tövbesinin hükmü üzerinde duracağız. Tövbe ya Allah veya kul hakları ile ilgili olur.
Allah hakkı ile ilgili olan tövbe, vacip ve farz olduğunu bilerek, özürsüz ve kasten namazı terk eden ve daha sonra pişmanlık duyan kimsenin ettiği tövbedir. Selef uleması bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Bir grup böyle bir günahın tövbesinin pişmanlık duymak, o farzları eda etmeye başlamak ve kılınmayan namazları kaza etmek tarzında olacağını ileri sürmektedirler. Dört mezhep imamı ve onlar gibi düşünen bazıları bu gruba dahildirler.
Diğer bir grup ise Allah hakkı ile ilgili bir kusurdan dolayı edilecek olan tövbenin amel etmeye başlamaktan ibaret olduğunu iddia ederler. Bunlara göre ödenmeyen hakkı (namazı) kaza ederek ödemenin hiçbir yararı olmayacağı gibi, kabul olmaz ve hatta bu, o kişiye farz da değildir. Zahiriler ve seleften bir grup bu görüştedirler.
Tövbe de Allah hakkının (mesela namaz) kaza edilmesinin gerektiğini hükmeden birinci grup şu delillere dayanırlar:
Hz. Peygamber (s.a.v.), “Kim uyuyarak veya unutarak namazını geçirirse onu hatırlayınca kılsın.” buyurmuştur. ihmal ve kusuru olmadığı halde unutan ve uyuyakalan kimsenin geçen namazını kaza etmesi vacip olursa, kasten ve kusurlu olarak namazını kılmayan kimsenin tövbe ederken öncelikle vacip olur.
Mümine iki husus vacip olur:
Bir, namaz kılmak, iki, o namazı vaktinde kılmak. Bir kimse bunlardan birini yapmayacak olursa diğeri baki kalır
Şayet bu kazasının onun farz oluşunu sağlayan ilk emirle vacib olduğunu kabul edersek zaten bir mesele yoktur. Eğer bunun için yeni bir emrin gerektiğini söyleyecek olursak daha önce de belirttiğimiz gibi, uyuyarak ya unutarak namazını kılmayan kimse ile ilgili emir kasten kılmamış olana da ışık tutar.
İnsan eğer bir fiilin maslahatını elde etmezse onu mümkün olan zaman da elde eder. Namaz kılmayan kimse onun maslahatını zamanında elde edememiştir. O halde elde edebildiği zaman ifa etmesi gerekir. Bu ise normal zamanın dışında onu elde etmektir.
Hz. Peygamber (sav), “Size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği ölçüde yerine getirin buyurmuştur Namazını kılmayan kimse ise zamanında kılmaya gücü yetmemiş, o emri ilk vaktinin dışında eda edebilmiştir, O halde gücü yettiği zaman da onu eda etmesi gerekir.
Hal böyle iken, kasten namazını kılmayarak Allah ve Resulüne isyan eden kimseye kolaylık sağlayıp kazayı vacip kılmaması nasıl düşünülebilir?
Normal zamanı dışında kılınan namaz, normal zamanında kılmanın bedelidir. ibadette, eğer bedeli varsa ve asıl olan ibadet yapılmazsa, bu durumda mükellef, bedel olan ibadeti eda eder.
Abdest alamayan kimsenin teyemmüm etmesi, ayakta duramayan kimsenin oturarak namaz kılması, oturamayanın ise yaslanmış bir halde kılması, yaşlılık iyileşme ümidi olmayan herhangi bir hastalık sebebiyle oruç tutulamaması halinde her bir gün için bir fakirin doyurulması vb. hükümler bu türdendir.
Namaz muvakkat (zamana bağlı) bir haktır. Bu hak, ilgili zamanın sonrasına tehir edilmekle düşmez. Nitekim insanların birbirlerine olan zamanlı hak ve borçları da böyledir.
Namazını vaktinde kılmayan insan sonuç olarak bu tehiriyle günah işlemiş olmaktadır. Bu sonuç onun namazını kaza etmesini gerektirmez. Nitekim zekatını farz olan zamanda ödemeyen veya hac farizasını tehir eden kimse de bu tehiriyle günahkar olmakla birlikte o farzların zorunluluğu da devam etmektedir.
Cuma namazını kılmayan kimse de bu hareketiyle günah işlemiş olur Bununla birlikte o günkü öğle namazını daha sonra kılması icap eder. Kılınmayan cuma namazından sonra nasıl öğle namazının eda edilmesi gerekirse, güneşin doğuşundan önce kılınmayan sabah namazı da güneşin doğuşundan sonra kılınır. İki durum arasında herhangi bir fark yoktur
Hz Peygamber (s.a.v) Ahzab günü ikindi namazını güneşin batımından sonraya kadar tehir etmiştir, ondan sonra kılmışlardır. Bu olay, namazın kasten kılınmaması halinde de vaktinin dışında kılınabileceğini gösterir.
Bu kimse, Ahzab günü Resulüllah’ın o tehiri ve Beni Kurayza günü bazı ashabın ikindi namazını gün batımından sonraya bırakması gibi mazur olabilir. Ayrıca ihmalinden dolayı tehir eden kimse gibi özürsüz de olabilir. İki hal birbirinden daha sonra işlemenin farz olması bakımından değil, sadece günah olup olmama bakımından farklı olur.
Şayet namazı normal zamanın dışında kılmak sahih ve vacib olmamış olsaydı Peygamber Efendimiz Beni Kurayza günü ashab-ı kirama ikindi namazını tehir edip köye girdikten sonra kılmalarını emretmezdi.
Nitekim bunun üzerine ashabdan bazıları, ikindi namazını vaktinde kılmamış, köye girdikten sonra geceleyin kılmıştır. Ancak orada bulunan sahabeden bazıları ikindi namazını tehir etmeyerek yolda kılmışlardır. Resulüllah (s.a.v) ise bu ictihadlarından dolayı her iki gruba da olumsuz bir söz söylememiştir.
Dinimiz, günah işleyip de daha sonra tövbe etmek isteyen herkese tövbe imkanı tanımıştır. Hal böyle iken, namaz kılmadığı için tövbe etmek isteyen kimseye nasıl mani olunur da günahının vebalinden kurtulamayacağı ve boynunda borç olarak kalacağı söylenebilir? Böyle bir muamele dinimizin kaidelerine, hikmet ve rahmetine, dünya ve ahirette kulun yararını gözetme niteliğine uygun düşmez
Birinci grubun bu konudaki belli başlı delilleri bunlardan ibarettir. Allah hakkında zayi eden (mesela, namazını kasten terk eden) kimsenin onu kaza etmesinin ne vacib ve ne de kabul olmayacağını, dolayısıyla hiçbir yararının söz konusu olmayacağını ileri süren ikinci grubun (Zahirilerin) delilleri ise şunlardır
İbadet eğer belli bir sıfat ve zaman içinde eda edilmek üzere emredilmişse kişi onu vasfı, vakti ve şartıyla, emrolunan tarzda yerine getirmedikçe emre uymuş olmaz.
Dolayısıyla, mesela namazı vaktinin dışında kılmakla kıbleye yönelmeden kılmak, secdede yere alnı koymak yerine, yanağı koymak ve rüku yerine diz çökmek vb. arasında hiçbir fark yoktur
Bir zaman dilimine mahsus kılınmış olan ibadetler, bir mekan parçasına has olan ibadetler gibi, ancak kendisi için ayrılan zaman içinde sahih olurlar.Şayet insan mekana mahsus ibadetleri başka bir mekanda eda edecek olsa bu sahih olmaz
Bir mekan diğer bir mekanın yerine geçmez. Arafat dağı, Müzdelife , şeytan taşlama yerleri, safa ve Merve ve tavaf mekanları gibi haccın menasikine ait mahaller böyledir. İbadetleri şeriatça tahsis edilen zamanlarından başka bir zamana taşımak onları dince tahsis edilen mekandan başkasına taşımak gibidir. İbadetin makbul olup olmaması ve günah olup olmaması bakımından bu iki tür taşıma arasında bir fark yoktur.
Başı ve sonu itibariyle sınırlanmış olan bir zamanla tahsis edilen namazı o zamandan alıp başka bir zamana nakletmek, Arafat dağı yerine Müzdelife de vakfe yapmak ve hac ayları yerine başka aylarda haccetmek gibidir. Sonra ramazan orucunu şevval ayına veya ikindi namazını gece yarısına nakleden kimse ile muharrem ayında hacceden ve o ayda vakfe yapan kimse arasında ne fark vardır? Onun haccı sahih olmadığı halde, bunun orucu ve namazı nasıl sahih olur? Oysa ikisi de Allah’ın emrine muhalefet etmiş,a si ve günahkar olmuşlardır.
Görüldüğü üzere Allah zamana mahsus olan haklarını o zamanlarn dışında kabul etmez. O zaman girmeden önce kabul etmediği gibi çıktıktan sonra da etmez. Bir insan “Ben ramazan orucunu şevval ayında tutacağım’ dese, aynı orucu şaban ayında tutmak isteyen kimseden farka yoktur.
Öte yandan gece ödenecek olan hak gündüz, gündüz ödenecek olan da gece ödenecek olsa kabul olunmaz. Nitekim Hz Ebû Bekir (r.a) Hz. Ömer (r.a) diğer ashab tarafından da kabul ile karşılanan şu vasiyette bulunmuştur: “Bilesin ki Allah’ın sende gece hakkı vardır, onlar gündüz kabul etmez; gündüz hakkı vardır, onu da gece kabul etmez”
Ayrıca bir ibadetin şeran belirli olan zamanı geçtikten sonra o ibadet aynıyla baki kalmaz. Şayet bu zamanda ibadet edilecek olursa o önceki zamana mahsus ibadet değil, bir başka ibadet olur. Mesela ikindi namazını güneş battiktan sonra kılan kimse ikindi namazını kılmış olmaz.
Çünkü ikindi namazı o belirli zamanda kılınan namazdır. Güneşin batımından sonraki zaman ise ikindi zamanı değildir. Binaenaleyh o kimse kat’i surette ikindi namazını kılmış olmaz, Olsa olsa ikindi namazına benzeyen dört rekatlık bir namaz kilmiş olur
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir rivayette: ‘Kim ikindi namazını terk ederse ameli boşa çıkar; bir başka rivayette ise ‘İkindi namazını geçiren kimse ailesini ve malını kaybeden kimse gibidir’ buyurmuştur. Şayet zamanı geçen ikindi namazının daha sonra kılınması mümkün, sahih ve makbul olsa idi, onu kılmayan kimsenin ameli boşa çıkmaz, ailesini ve malını tamamıyla kaybeden kimse gibi nitelenmezdi.
Çünkü birinci görüşte olanlara göre namazı vaktinin dışına tehir etmekten dolayı herhangi bir günahın söz konusu olmaması gerekir. Zira o namazı o sonraki zamanda kılmak ve itaat etmek mümkün olmaktadır.
Vaktinden sonra kılınan namaz şari tarafından açıkça reddedilmiştir. Binaenaleyh, buna rağmen böyle bir namazın sahih ve makbul olacağını söylemek mümkün değildir. Nitekim Hz. Aişe (r.a.)’nin rivayet ettiği sahih bir hadiste Hz Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
Bizim beyan ettiğimizin dışnda herhangi bir amel işleyen kimse(nin ibadeti) merduddur veya ‘Bizim beyanımız dışında yapılan her amel merduddur’, yani geri çevrilir, kabul olunmaz. Vaktin dışında namaz kılan kimse de Peygamber (s.a.v)’in gösterdiği zamanın dışında amel etmiştir. O halde onun namazı da merduddur.
Zamanı dışında kılınan bu namazın merdud olduğu sabit olduğuna göre sahih ve makbul da değildir. Hadiste geçen ‘red’ kelimesi ‘halk’ ın ‘mahluk’,’darb’ın ‘madurb’ manasına olması gibi ‘merdud’ manasındadır.
Namazda vakit, günahtan kurtulma ve emre imtisal etmiş olan için temizlik, kıbleye yönelme ve avret mahallini örtme gibi namazın sahih olma ve borcun ödenmiş sayılması için şarttır.” Dolayısıyla, namazla ilgili emir bütün şartları topyekun içine alır. Hal böyle olduğuna göre gerek vücûb, gerek emir ve gerekse şart olma bakımından aynı olan bu şartları ayrı ayrı telakki etmek mümkün değildir
Namazın, vaktinin dışında kılınması halinde sahih olacağını ileri sürenlerin ne nass, ne icma ve ne de sahih kıyas nevinden bir delilleri vardır. Onların bütün kıyaslarını çürütecek ve yanlışlığını izah edeceğiz.
Ahmed b. Hanbel’in Müsned inde ve diğer bazı müsnedlerde Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim özürsüz olarak ramazandan bir gün oruç yerse, ömrü boyunca oruç tutsa onun yerine geçmez. Bu hadise rağmen daha sonra bir gün oruç tutulması halinde o orucun yerine geçeceği nasıl ileri sürülebilir?
Bir ibadetin sıhhati ne ile izah edilecektir? Şayet emre uygun olmakla izah edilecekse bu ibadetin emre uygun olmadığında şüphe yoktur. O halde sahih değildir. Eğer üzerindeki borcun düşmesi olarak anlaşılacak ise bir borç ancak emrolunan şekilde eda edilmesi halinde düşer. Bu ibadet ise emrolunan şekilde vaki olmamıştır.
Bu şekilde yapılmayan bir ibadetin ne emredildiği şekilde yapıldığını ne de sahih olduğunu söylemek mümkündür. İbadetin sıhhati kişinin boynundan sorumluluğun düşmesiyle izah edildiği takdirde, vakti dışında yapılan ibadet kişiyi günah sorumluluğundan asla kurtarmamaktadır. Vakti dışında yapılan ibadetin kişiyi sorumluluktan kurtaracağını bildiren herhangi bir delil mevcut değildir
Sahih olan ibadet şari’in itibar edip razı olduğu ve kabul ettiği ibadettir. Bu husus ise ancak onun sahih veya emrine uygun olduğunu bildirmesiyle bilinebilir. Zamanın dışında yapılan ibadette bu durum mevcut değildir. O halde onun sıhhatine ne ile hükmedilecektir
Aslında ibadetlerin sıhhat ve fesadı şer’i hükümler olup kaynakları kanun koyucunun kendisidir. Binaenaleyh, sahih ibadetlerin sıhhatine şehadet ettiği veya emrine uygun olduğunu bildirdiği yahut da sıhhatine şehadet ettiğine benzer olan ve onun hükmünü alan ibadettir. Zamanın dışında yapılan ibadette ise bu hususların hiçbiri mevcut değildir.
Vaktinin dışında yapılan ibadetin sıhhati konusunda yapılan en yanlış mukayeselerden biri de bunun özürlü veya izinli olarak tehir ettikten sonra yapılan ibadetle mukayese edilmesidir. Bu bir şeyi zıddıyla kıyaslama, hakikat ve şeriat açısından kendisinden tamamıyla farklı olana kıyas etme şeklidir ki en yanlış kıyaslardan biridir.
Bazılarının Resulullah (s.a.v.) uyuya kalır veya unutur da namazı geçirirse onu hatırlayınca kılsın” mealindeki hadisini delil getirerek özürlü olarak namaz kılmayana, dolayısıyla kusurlu olarak namazı terk edene kazayı farz görmelerine gelince, aslında bu delil onların lehine olmaktan ziyade aleyhlerine bir değer taşımaktadır.
Çünkü şeriat sahibi namazın vakti dışında kaza edilmesini uyku ve unutma ile kılmamaya bağlı kılmıştır. Varlığı şarta başlı olan bir hüküm, şart ortadan kalktığı zaman kendiliğinden kalkar. Geriye sadece cezayı hak etmiş asi bir kusurlunun Allah’ın mazur olarak kabul ettiği ve asi olarak telakki etmediği kimseye kıyaslanması kalıyor.
Nitekim Resulüllah Efendimiz sahih bir rivayette ‘Uyumada kusur yoktur, kusur ancak uyanıklık halinde namazı bir sonraki vakit girinceye kadar tehir etmektir’ buyurmuştur. Bu iki kimseyi birbiriyle kıyaslamaktan daha batıl ve fasid bir kıyas dünyada mevcut değildir.
Nitekim Hz. Peygamber “Kim uyur veya unutur da namazı tehir etmiş olursa onu hatırladığı zaman kılsın. Çünkü o namazın vakti hatırlandığı zamandır. Zira Allah, “Beni hatırlayınca namaz kıl!” (Taha, 14) buyurmaktadır. Bilindiği gibi nahiv alimlerinin çoğu bu ayetteki “lam” harfinin zaman manasını ifade ettiğini söylemişlerdir.
Bize göre Peygamberimiz, Ahzab Savaşı sırasında güneş doğduktan sonra kılmış olduğu sabah namazını gerçek vaktinde kılmıştır.
Bize göre namaz vakitleri üç çeşittir:
Birincisi namaz kılmaya kadir, uyanık halde bulunup namazı unutmamış olan ve özürlü bulunmayan kimselere aittir. Bu çeşit namaz vakitleri beştir,
İkincisi uyanık bulunan, namazı unutmamış fakat özürlü olan kimselere hastır. Bu ise üç vakittir. Böyle kimse için namaz vakitleri
Sabah vakti bir vakit olarak gerçekleşmektedir. Binaenaleyh bu şartlardaki kimse hakkında namaz vakitleri üç tanedir. O halde bu şartlarda öğle namazını tehir edip de ikindi vaktinde kılan kimse namazını normal vaktinde kılmış olur
Üçüncüsü ise uyku veye unutma sebebiyle mükellefiyetten çıkmış olan kimse ile ilgili olan vakittir. Bu vakit kesinlikle sınırlı değildir. Bir kimse için namazın vakti uyandığı ve namazı hatırladığı zamandı. Dini nass ve kuralların gösterdiği namaz vakitleri bunlardır. Kusurlu olarak namazını zayi eden kimse ise bu üç kısmın vakitten herhangi birine sahip değildir. O bunların dışında dördüncü bir çeşide girer
Cenab-ı Allah hayız, yolculuk ve hastalık gibi bir özürden dolayı orucu tutamayana kazayı meşru’ kıldığı halde özürsüz olarak kasten orucunu yiyen kimseye kazayı ne nass, ne işaret ve ne de ima yoluyla asla mesru’ kılmamıştır
Bizim görüşümüzde olmayanlarin dayanacakları tek şey şeriat kurallarinin farklılıklarını bildire gelmiş olmasına rağmen, kasten oruç tutmayani özürlü olarak tutmayana kıyaslamaktir. Oysa şari”, değil güne gün tutmak, ömur boyu tutulan orucun bile özürsüz olarak yenen bir orucun yerini tutmayacağnı bildirmiştir
“Kula iki şey vacibdir.
Biri terk edilecek olsa diğeri baki kalır.” tarzında ileri sürülen görüş ise ancak iki husustan biri diğerine şart bağyla bağlı olmadığı zaman geçerli olur. Mesela hac ve zekat ibadeti ile emrolunan kimsenin durumu böyledir. Eda ve zamanında eda olmak üzere kendisine vacib olan iki husustan birini terk edecek olursa diğeri baki kalır, düşmez. Fakat bu iki husustan birinin diğeri için şart olması ve meşrutun kendisine bağlı olarak emredilmemiş olduğu şartın yerine getirilmesi de mümkün olmaması halinde “biri olmasa da öbürünü yapması emrolunur” denebilir mi?
Gerekli vasif da olmadan, şart bulunmadan o ibadetin sahih olduğu söylenebilir mi? Allah’ın böyle bir emri nerede bulunmaktadır? Asıl konumuz da bu değil midir?
Şayet vaktinde kılınmayan namazın kazasının yeni bir emirle farz olduğunu kabul etsek, bu konuda kaza edileceğine dair hiçbir delil yoktur. Bu konuyu icma vaki olan konulara kıyas etmek de mümkün değildir. Şayet birinci emirle vacib olduğunu kabul edersek bu eğer kaza yararlı ve maslahatı eda gibi olursa söz konusu olabilir.
Hasta, yolcu ve hayızlı kimsenin orucu bayılan, uyuyan ve unutanın da namazı kazası böyledir. Fakat eğer kaza boynundaki borcu düşürmüyor, kişi de farzı vaktinin dışında tehirinde mazur değilse, durumda kaza ne birinci, ne de ikinci emre girer. Burada kaza, olsa olsa birbirine kıyaslanmalarına açık bir mani” bulunmasına rağmen, fer’in asla kıyas edildiği açıkça bilinen batıl bir kıyasa dahil olur.
“Eğer bir fiilin maslahatı elde edilemezse mümkün olan şekli ile elde edilir tarzında görüş ise ancak şu durumda muteber olabilir. Eğer zevaliyle maslahatın da zail olacağı şarta göre maslahat elde edilemiyor ve bu şartın zail olması sebebiyle istenen biçimde elde edilmesi ancak tövbe, fazlaca nafile ve hayırlı ameller işlemek suretiyle mümkün oluyor ise muteber olur, fakat durum dışında asla olmaz
Resulullah (s.a.v)’in, “Size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği kadar yerine getirin. mealindeki hadisiyle istidlal edenler ise isabetli değildirler. Çünkü bu hadis ancak bir insanın emrolunan fiili işlemekten aciz olması halinde onun yerine yapılabileceği fiili yerine getireceğine delalet eder.
Mesela; namazda ayakta duramayan, abdestte yıkanması gereken uzuvları yıkayamayan, Fatiha’yı okuyamayan, üzerine vacib olan nafakanın tamamını ödeyemeyen v.b kimseler güçlerinin yettiği fiili yaparlar ve yapamadıkları fiil de böylece zimmetlerinden kalkmış olur.
Ama kasten, özürsüz olarak kendisine emrolunan fiili işlemeyip de, vaktinin çıkmasına sebep olan kimse, bu hadisin kapsamına girmez. Şayet hadis, bu kişiyi kapsamına alsaydı bir başka hadiste böyle bir kimsenin amelinin hükümsüz olacağı, ailesi ve malı gitmiş, yapayalnız olan bir kimseye benzediği bildirilmezdi.
Şeriatın özürlü kimseye kaza görevi verdiği halde kasten kusur işleyen böyle bir kimseye kaza görevi vermeyerek kolaylık sağlayacağını düşünmek mümkün değildir.” tarzındaki görüş ise, gerçekten uzak ve batıllığı açık bir görüştür.Çünkü daha öncede söylediğimiz gibi özürlü kimse kendisine emrolunan ibadeti zamanında eda etmektedir. Namazını vaktinde kılan özürsüz kimse ile onun arasında hiçbir fark yoktur.
Oysa biz kasten namazını kılmayanın kaza yapmayacagını, ona kolaylık olması için değil, ona bir faydasi olmadığı, kabul olunmayacağı, onu yapmakla emrolunmadığı için kabul ediyoruz. Bize göre bu kimsenin terk etmiş olduğu ibadetin maslahatanı elde etmesine imkan kalmamaktadır. Dolayısıyla burada bir kolaylaştırma söz konusu değildir
Şayet asıl olanı yerine getirmek mümkün olmazsa bedeli yerine getirilir.” tarzındaki görüş ise soyut bir iddiadan başka bir şey değildir. Zaten ihtilaf da burada değil midir? Şu kasten namazın kılmayan kimsenin, geçen o namazın bedeli olduğunun delili nedir?
Önce bu bedele dair bir emir isteriz. Sonra onun makbul ve yararlı olup olmadığını bildiren bir emir gerekir. Bunlar ispat etmek hiçbir zaman mümkün değildir
Aslında bir şeyin bedeli olduğu, şari’in onun için bir bedel koymasi ile bilinebilir. Mesela Cenab-ı Allah suyun kullanılması halinde teyemmümü, oruç tutulmaması durumunda ise fidyeyi veya yemin kefaretinde olduğu gibi para olarak ödenmesinin imkansız olması halinde onurucu bedel olarak bildirmiştir.
Bu konudaki aksi görüşün, fasid olduğu ortaya çıkmış olan kıyastan başka bir dayanağı yoktur.
Namazı vakti dışında kılmayı, zamanı geçtikten sonra insanların birbirlerine olan borçlarını ödeyebilmelerine benzetmeye gelince bu da batıl bir mukayesedir.
Çünkü beşeri borçların vücub zamanı namazınki gibi iki yanı sınırlı değildir. Beşeri borç sınırlı ve muvakkat bir şekilde vacib olmaz. Aksine fevren (derhal) olduğunu kabul edenlerin anlayışına göre zekat ve hac gibi fevri olur.
Dolayısıyla insanların birbirlerine olan borçlarını ertelemeleri onu ödemek için şart olan zamanın dışına çıkma manasına gelmez. Gerçi bir borcu ödemenin en makbul zamanı ilk anda derhal ödenmesidir. Ama daha sonraya da bırakmak da onun kaza tarzında ödenmesi manasını taşmaz.
Eğer denilirse ki: Ramazan orucu da kaza ediliyor. oysa ramazan orucu iki ramazan arasında tutulmak üzere bir genişlik tarzında sınırlandırılmıştır ve tutma imkanı olduktan sonra orucunu bir sonraki ramazana tehir etmek caiz olmaz.
Bununla beraber şayet bir insan orucunu ikinci ramazana bırakacak olursa onu tutmak ve her bir gün için bir fakir doyurmak gerekir. Nitekim sahabe-i kiram bu hususta öyle fetva vermişlerdir.Bu durum geçici bir ibadetin şeriatça tayin edilen zamanı çıktıktan sonra yerine getirilmesinin mümkün olduğunu gösterir.
Buna şöyle cevap verilir:
Şeriat sahibi, ramazan orucu ile ramazan orucu kazasını farklı olarak bildirmiştir. Ramazan orucunu, öne alınması veya arkaya bırakılması caiz olmayan iki yandan sınırlandırmış ramazan orucunun kazasını ise serbest (mutlak) bırakmıştır. Cenab-ı Allah,”Sizden öncekilere yazıldığı gibi (günahlardan) korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı.
Sayılı günler olarak sizden kim kasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar (Bakara’183-184)” buyurarak ramazan orucunun kazasını mutlak olarak bildirmiştir. Bu husus ramazan orucu kazasının herhangi bir günde yapılmasının caiz olduğunu gösterir.
Bunun yanında bu kazanın mutlaka belli bir zamanda yapılmasını kayıtlayarak hükme bağlayan ne bir ayet, ne bir hadis ve ne de icma’ vardır. Bu konuda sadece Hz. Aişe (r.a)’den rivayet edilmiş olan şu hadis mevcuttur: “Ramazandan oruç borcum olurdu. Resulüllah (s.a.v.) ile meşguliyetten dolayı onu ancak şaban ayında kaza ederdim.”
Fakat görüldüğü üzere bu hadis kaza orucunun, ramazan orucunun iki hilal ile sınırlandırlmasında olduğu gibi iki ramazan arasında tutulacağı hususunda sarih değildir. Dolayısıyla ramazan orucu ile kazasını birbirine kıyaslamak mümkün değildir. Bu, Allah (cc.) in ayrı ayrı telakki ettiği iki şeyi birlikte telakki etmektir.
Çünkü Cenab-ı Allah, Ramazan orucunu ileri ve geri gitmeyen bir sınırla sınırlamış, kazasını ise mutlak bırakmaktan başka ‘başka günler’ (eyyamin uhra) ifadesiyle te’kid etmiştir. Ayrıca sahabeden bazıları Ramazan orucu kazasını ikinci Ramazandan sonraya bırakan kimsenin iki Ramazan arasında kaza etmediği için fidye vermesi yolunda bir fetva vermişlerdir. Buna rağmen o oruç bir sonraki ramazandan sonra bile tutulmuş olsa kaza olmaktan çıkmaz
Ramazan orucunun kazasının ikinci ramazandan önce veya sonra olması arasında fark yoktur. Ramazan orucunun edası işte böyle değildir. Ramazanın içinde tutmakla sonrasında tutmak arasında bir fark yoktur
Bir insan özürsüz olarak, kasten ramazanda bir gün oruç yese, kat’i surette bir başka gün tutacağı oruç onun yerini tutmaz. Oysa tutmakta olduğu kaza orucundan bir gün yiyecek olsa bir sonraki gün onun yerine geçer.
Çünkü özürlü kimse hakkında kaza günleri bizzat belirlenmiş değildir. O bu konuda serbesttir; hangi gün tutsa tutmadığı günün yerine geçer. Halbuki özürsüz kimse hakkında ramazan orucu günleri bizzat belirlenmiştir; diğer günler onların yerine geçmez.
Kasten cuma namazını kılmayana gelince, ona öğle namazının farz olmasının sebebi, o vakitte kesinlikle ya cuma veya öğle namazlarından birinin farz olmasıdır. Cuma namazını kılmayan kimse, öğle vakti mevcut olduğu için o vaktin (öğle) namazını kılmakla yükümlüdür
Özellikle cuma namazını öğle namazının bedeli sayanlara göre cuma namazı (bedeli) kılmayan kimse öğle namazına (asla) döner. Tabi bu durum kazanın icma’ veya nass ile sabit olması anlayışına bina edilmiştir. Şayet bu hususa itiraz edilirse biz de ortak bir cevap verir ve şöyle deriz:
Şayet cuma namazını terk etmek vakit çıkıncaya kadar bir namazı kılmamakla bir ise, az önce zikrettiğimiz delil mucibince her iki namazın kıyasının hükmü bir olur. Ancak eğer iki namaz arasında ikisini aynı kabul etmemize mani bir fark var ise bu durumda kıyas batıl olur. Hülasa her iki halde de kıyas batıldır
Hz. Peygamber’in (s.a.v.), Ahzab günü ikindi namazını güneş batıncaya kadar tehir etmesi meselesine gelince, bunun mensuh olup olmadığı hususun da iki görüş vardır
a ▬ Ahmed b. Hanbel, Şafii ve Malik gibi ulemanın çoğunluğu bu konuda şöyle demektedirler: Bu olay korku namazı nazil olmadan önce meydana gelmiştir. Ancak daha sonra korku namazı ile hükmü neshedilmiştir Kaldı ki Ahzab günü yapılan tehir iki namazı birleştirerek kılma halindeki tehir gibidir.
Dolayısıyla gayr-i şer olarak kılınmayan namaz buna kıyaslanamaz. Bu iki tehir arasındaki fark uyuyan ve unutanın tehiri ile kasten tehir edenin arasındakinden daha barizdir. Çünkü Ahzâb günü yapılan tehir o gün için emrolunmuş bir tehirdir. Arife günü akşam namazını, Müzdelife’ye varıncaya kadar tehir etmek gibidir
b ▬ İkinci görüşe göre ise Ahzab günü yapılan ikindi namazının tehirinin hükmü mensuh degil, bakidir. Buna göre savaşmakta olan kimse bu sırada namazı tehir edip savaşa devam edebilir ve daha sonra imkan bulduğu zarman namazı kılabilir. Bu görüş de Ebu Hanife’nin ve bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel’in görüşüdür.
Hangi görüş dikkate alanırsa alınsın kasten namazını tehir eden kimsenin durumunu Ahzab gününe kıyaslamak mümkün değildir. Aslında Beni Kurayza olayında ashabin ikindiyi tehir etmesi de böyledir. Çünkü Zahirilerden bazı alimlere göre bu tehir de bir emir üzerine vaki’ olmuştur. Bazılarına göre ise bu, te vile müsait bir tehirdir.
Onun içindir ki Resulullah (sa,v) ne yolda kılanları ve ne de geceye tehir edip Kurayzaoğullarında kılanları kınamıştır Çünkü onların bir kısmı emrin dış manasını ,diğer bir kısmı ise maksadı ve niyeti (hızlı gitmek) dikkate almışlardır.
Bir diğer grup ise şöyle demişlerdir: Orda bulunsaydık namazı Kurayzaoğulları’na varıncaya kadar tehir edenlerle birlikte biz de tehir ederdik. Çünkü onlar kesinlikle Allah’ın hükmüne boyun eğmiş kimselerdir. Çünkü o tehir Resulüllah (s.a.v)’ın emrinden dolayı vacib olmuştu.
Özellikle o gün için Allah’a (c.c) itaat o idi. Allah dilediğini yapar. Dilerse,tehiri, itaati vacib bir emir yapar. O’nun tehiri emretmesi, öne almayı emretmesi gibi vücub ifade eder. Binaenaleyh, o gün namazı tehir edenler nassa daha çok tabi olmuşlar, iki ecri birden almayı başarmışlardır.
Hz Peygamber (s.a.v)’in namazı tehir etmeyenleri kınamaması için yaptıkları te’vil ve ictihad sebebiyledir. Çünkü onlar da Allah ve Resulü’ne (s.a.v) itaat etmek istemişlerdi. Dolayısıyla onlar ictihad edip de hakka isabet ettirmeyen gibi sadece bir ecir almışlardır.
Bize göre sözün doğrusu şudur ki, kasten namazını tehir eden kimseyi, Kurayzaoğulları yolculuğunda tehir edenlerle aynı kefeye koymak son derece yanlış bir şeydir.
“Kasten tehir etmiş ise namazını kaza etmek suretiyle tevbe etmektedir. Onun bu namazı kaza etmemesi gerektiğini söylemek suretiyle önündeki tevbe yolu nasıl tıkanabilir? Namazı kılmama günahının vebalinden kurtulamayacağı, ahirette boynunda borç olarak kalacağı nasıl söylenebilir?” diyenlere ise şu cevabı verebiliriz.
Allah’ın bütün kulları için açmış olduğu ve ölünceye veya güneş batıdan doğuncaya kadar hiç kimse için kapamayacağı bir kapıyı onun yüzüne kapamaktan Allah’a sığınırız. Biz onun tevbesinin nasıl olacağı konusunda fikir beyan etmekteyiz.
Bu insan tevbe etmek için o namazı kaza edecek mi yoksa amel işlemeye baştan, ilk olarak mı başlayacak, geçen sevap ve günahtan lehine veya aleyhine bir sonuç doğurmayacak mı? Kendisi de amele baştan başlamak ve tevbesinin kabul olması bakımından kafir bir kimse gibi mi olacak? Çünkü İslam’ın farzlarından birini terk etmek bütünüyle İslam’ı ve farzlarını terk etmekten farklı bir durum değildir.
İslam’ı terk edenin tövbesi, Müslüman olduktan sonra kabul oluyor; ister ilk defa Müslüman olsun, ister mürted olduktan sonra olsun bu tövbenin sıhhati için ibadetleri daha sonra kaza etmesi şart olmuyor. Nitekim sahabe-i kiram da tekrar İslam’a döndükleri zaman mürtedlerin geçen ibadetleri kaza etmemeleri hususunda icma’ etmişlerdir. O halde namazını kılmayan kimsenin tövbesi öncelikle makbul olacak ve bu da onu kaza etmesine bağlı bulunmayacaktır
Kaynak: İbn Kayyım el-Cevziyye / Medaricu’s Salikin / bkz: 339-350