İnsan yaratılanların en değerlisidir. Bu nedenle onun mümtaz bir yeri vardır varlık hiyerarşisinde. Ancak bu kadar muazzam bir varlık, tıpkı bir okyanus gibi gelgitleri olan bir özelliğe haizdir. Okyanus ile denizin dalgası birbiriyle kıyaslanmayacak kadar farklıdır. Elbette bunların yanında ırmaktan bahsetmek, oldukça basit bir su yatağından söz etmek olacaktır.
Okyanusa denizin ulaşması gibi, nehir de denize kavuşur ve son tahlilde okyanus bütün diğerlerini ihtiva eder. İnsan da hayvani ruhtan tutalım da ilahi ruha kadar çok katmanlı bir yapı arz eder. İşte insanı karmaşık ve meçhul kılan da budur.
İnsanın en temel ihtiyacının güven ve sevgi olduğunu söyleyebiliriz. Sevmeyen insan kendine uzak olduğu gibi topluma da uzaktır.
Onun ruhunu bir çadıra benzetirsek, çadırın kanvasındaki yırtıklar sevgisizlik yüzünden oluşmuştur. Onu sadece sevgiyle yamamak mümkündür. Ruhun hamle yapıp adeta kendini güncelleyebilmesi için, çok temel bir güçtür sevgi.
Zira modern psikoloji de normal insanı tanımlarken, sevme ve üretme özelliğine işaret eder. Sevebilen kişinin yaşama coşkusu vardır. Bu yenilenme işinde çadırın, direğiyle bağlantının da iyi sağlanması gerekir.
Sevgi ve ülfetin, din ve dindarlık için önemli bir işlev ve sınır fonksiyonu icra edeceğini söylerken, ülfetin zıddı düşmanlığın da karşı kutupta zıt yönde bir sınır çizdiğini ifade edebiliriz.
İnsanın sevebilme, inanabilme ve güvenebilme yönü, onun ruhunun asıl gücüyle (çadırın direğiyle) buluşmasını, üstelik güncellenmesini temin eder. Çünkü insanı en iyi dönüştüren şey sevgidir. Bunun için olmalı ki Allah’ın isimlerinden biri Vedud’dur.
İman sayesinde kişi, sevgi, güç, ölçü (iffet) ve adaletin birliğini idrak eder ki bu mutluluk ve huzurdur yani denge ve ahenktin Demek ki öncelikle sevebilme özelliği, ruhun kendini idrak etmesinde önemli bir yer işgal eder. Bu özellikten uzak olan kişi, kendine yabancıdır.
Şu halde sevgi, insanı kendiyle buluşturmada vazgeçilmez öneme sahiptir.
Seven ruh, tam bir rikkat içinde olduğu için aynı zamanda adalet duygusu da etkin durumdadır. Sevgiden uzak bir adalet dini, salt kurallar manzumesine mahkum olmuş demektir. Bu ise, dönüştürücü ve yapılandırıcı bir dinden ziyade, sadece emir ve yasakları çağrıştıran bir din olacaktır. Böyle olduğu takdirde de insanı merkeze almak mümkün olmayacaktır.
Kabe bu anlamda dinin bir özetidir. İlk insanın yaratılmasından (sevgi), insanın ölümlülüğünün bir ifşasına ve emre itaatin, dahası benlik davasından vazgeçişten (Hz. İbrahim’in kurban olayı), insan olmanın farkına varılmasına ve insanın şeytanın tuzağından kaçışa kadar, insani vasıflar vetiresi sergilenmektedir.
Kısacası bu tablo, işte insan gerçeği dedirtmektedir. Dünya ve ahiret, ruh ve beden, geçmiş ve gelecek, melek ve şeytan dualiteleri, tevhit ekseninde yeniden inşa edilmektedir.
Zaten ibadetlerin işlevi bu bilinci kazandırmak, adalet, sevgi, ölçü ve gücü bir meleke haline getirmektir. Bu süreçte insanın akıl ve gönül boyutunun, bir ahengi yakalaması gerekmektedir. Bu denge zaten, adalet olarak zuhur etmeye başlayacaktır.
Adil kişi ölçülü, cesur ve cömert olacaktır. Adil olmayan, diğer özelliklere sahip olsa da denge ve ölçüyü tam olarak tesis edemeyecektir. Adalet, edepli olmayı getireceğinden, hukuk ve ahlakın birbirini ne kadar iyi tamamladığından söz edebiliriz.
Adalet terazisi akıl ve gönül ahengiyle dengeyi bulacaktır. Zira vicdan olmadan terazinin balans ayarından söz etmek mümkün olmayacaktır.
İnsanın yapısını dikkate aldığımızda da bu sonuca ulaşırız. Doğal olanla insanı olan, maddi olanla anlamlı olan arasındaki bağlantıyı, yani ahlakı izah edememektedir. Deyim yerindeyse, ahlaki beden, maddi doğamızın, anlam ve değerle buluştuğu bağlamdır. Ahlakın demir attığı en elverişli liman din ve imandır.
İnsan bu sayede, inanarak kendi fıtratını açığa çıkarırken, inkar ederek de kendinden uzaklaşır. Arap dilinde iman etmenin zıddı küfürdür. Etimolojik olarak da küfür, örtmek ve gizlemek anlamına gelir. Oysa imanda, bir açığa çıkarma ve görünmez olanın varlığına güven vardır. Böylece iman var olanın açığa çıkarılması, küfür de gizlenmesidir.
Dolayısıyla da inkar, bir tür sıçramayı yadsımaya yani inancı yok saymaya dayanır.
Bir kere, Allah insanın ölçüsü haline geldiğinde, benliğe sonsuz bir nitelik verecektir. Benliği bir çadıra benzetirsek, benliğin direği, benliğin ölçüsüdür.
Pakistanlı şair filozof İkbal der ki;
Kalbini tamamen Allah’a teslim eden ve içindeki imkanları geliştiren insan, vücudunun dar çerçevesinden çıkıp kendisine nasip olanı, kendi kuvvetiyle kavramaktadır. Kendini bilmekle bera ber, ruhunu bilme yetisini hissetmektedir.
Bu farkındalık durumu ilahi sınırı ihlal etmeme olarak da ifade edilebilir. Nitekim mesela Maide süresi hakkı ayakta tutmaya ve sınırları geçmemeye işaret eder. Bu anlamda; Maide’nin ortaya sunulan bir yemek olması da anlamlıdır. Çünkü mesele, irade ve nefis arasındaki mücadelede yatmaktadır.
Ehl-i Kitabın aşırı giderek, ölçüyü ve dengeyi kaçırmak suretiyle, ilahi hakkı ihlal ettiklerinin altını çizen ayetler, aynı zamanda münafıklık için de önemli pusulayı söyler:
Gerçekte ilahi rızaya uyar gibi gözüken ancak ihlal eden kişilerin münafık olduğu ifade edilir. İşte bu kişilerin, kendilerini gizlemek için aşırılıklara gitmesi oldukça tabiidir. Gerçekte bunun diğer adı nefse zulmetmedir. Çünkü asıl olan fıtratın, açığa çıkması engellenmektedir. Dolayısıyla da bu bir tür zulümdür..
Psikolojinin diliyle ifade edersek bu, yoksunluk duygusunun bir sonucudur. İster sevgi ister onay isterse de güven duyguları yeteri kadar karşılanmayan ve tatmin edilemeyen kişiler travmatik şahsiyetlerdir. Eğer bu açıklar kapatılamazsa -ki kişilik sorununu doğuracak düzeyde ise oldukça zordur-, davranış boyutunda aşırılıklar olarak gözlemlenecektir.
Sınırda duramama durumu ya abartılı kişilikler veya saldırgan psikolojiler olarak varlık gösterecektir. Kur’an’ın anlatımıyla bunlar bir tür ikiyüzlülük (hipokrasi) içindedirler. Çünkü adalet ölçüsüne riayet edilmediği gibi, şeklen buna uyuluyor izlenimi verilir. Nitekim tasvip edilen durum şöyle tasvir edilir:
Görüldüğü gibi adaletsizliğin yani ruhun küçülmesini göze almanın altında yatan neden olarak kin gösterilmektedir. Kin ve öfke ruhun yükselmesinin önündeki en büyük engellerdir. Ruh yükseldiği oranda ilahi adalet çizgisi tam olarak görülebilir ve Kur’an’ın mesajı duyulabilir.
İnsanın kendini fark edebilmesi, sevgi, adalet, güç ve ölçünün ahengi ile ortaya çıkacaktır. Böyle bir kişinin, hiçbir paravana ihtiyacı yoktur ve oldukça dingin ve sadedir. Bütün aşırılıklar, yoksunluğun kapatılması için birer perdedir.
Kainattaki ihtişama rağmen hiçbir abartının olmaması, yaratıcısını çok iyi dışa vurmaktadır. Çünkü O, en iyi mizan sahibidir; ölçü ve dengenin nihai adresidir.
Kaynak: Doç Dr: Aliye Çınar (Uludağ Üniv İlahiyat Fak) /Diyanet Aylık Dergisi Eki / Eylül 2009 / bkz: 1-4
(1-Maide Süresi 8. ayet)