Peygamberimizin (Hz Muhammed (s.a.v) en büyük mucizesi şüphesiz ki Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim; Hangi zaman ve mekanda okunursa okunsun, O, daima ebedi bir mucize olarak taptaze önümüzde duracaktır. Dünya yaşlandıkça ve zaman ihtiyarladıkça, Kur’an’ın hakikatleri daha açık olarak tezahür edecektir
23 yıla yakın Peygamberlik müddeti içinde, Hz. Muhammed‘e Cebrail vasıtasıyla ilahi vahy mahsulü olarak gelen Kur’an-ı Kerim, çok kısa bir zamanda tevhid akîdesini yayarak, insanlığı dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmış ve onlara iki alemin saadet yollarını göstermişti.
Çok kısa bir zamanda başarılmış ve meyvelerini vermiş olan böyle bir inkılaba tarihte rastlanamaz. Böyle bir inkılabın muharrik unsuru olan Kur’an-ı Kerim;
Müslümanlar arasında mukaddes bir kitab olmanın dışında, sadece Arap edebiyatının bir şaheseri olmakla kalmamış, aynı zamanda Hazret-i Peygamber’in nübüvvet ve risaletini teyid eden en büyük mucize olmuştur.
Üslubu, tarihi meselleri, insana tesiri, hakikatleri, beyanı, telifi, ihtiva ettiği ilimler ve maarif, ıslah siyaseti, gaybi haberleri ile her yönde bir eşsizlik kazanmıştı.
Kur’an’ın bu eşsizliği kendine hasdır ve diğer münzel kitaplarla farklılıklar gösterir. O, diğer münzel kitapların aksine, daha geniş bir yol ile gelmiş, kendini muhataplarına kabul ettirmek ve onları tatmin etmek için kolaylıklar bahşederek kısım kısım nazil olmuştu.
Onun, diğer münzel kitaplarla, dil, üslub ve nakil yönlerinden farklılıklar gösterdiği, her ilim sahibinin malumudur.
Yine herkesin bildiği bir husus, ilahi bir vazife ile gönderilmiş olan peygamberlerin, kendilerini kavimlerine kabul ettirebilmek için harikulade şeyler (mucizeler) göstermiş olmalarıdır.
Sihrin revaçta olduğu bir devirde, kendisine verilen bir asa ile Hz. Musa‘nın sihirbazları mağlup etmesi; tıp ilminin yüksek bir mertebeye ulaştığı bir zamanda, Hz. İsa‘nın gösterdiği büyük mucizelerle, tabipleri hayrette bırakması gibi.
Diğer bir deyimle, bunlar, hissi mucizelerdi, sürekli değillerdi. Halbuki İslamiyet’in zuhuru esnasında Arab dili, üslubu ve hitabeti en yüksek dereceye ulaşmış, adeta altın çağını yaşamaktaydı.
Belagat ve fesahatin en yüksek mertebeye ulaştığı bir devirde, fesahat ve belagat üstatlarını dehşete düşürecek bir mucize gerekli idi. Bu mucize de bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisi olmuştur.
Hiç şüphe yok ki O, Arap şiirinin üstatlarını dehşete düşürmüş, asrındaki ve gelecek asırlardaki belagat sahiplerinin seslerini kesmiştir.
O’nun bu üstünlüğü, parlak üslûbundan mıdır? Lafızlarının inceliğinden midir? Yoksa çekici manalarının güzelliği, prensiplerinin büyüklüğü ve içerisindeki mesellerin latif oluşundan mıdır?
Kat’i olarak hangisidir bunu bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da, Arab dilini bilen herkesi dehşete düşürmüş olmasıdır. Kur’an-ı Kerim, garib haberleri, işaret ve istiarelerindeki sırlarıyla hem havassa, hem de avama tesir etmesini bilmiştir.
Zaten Kur’an-ı Kerim’in, insanlığı aciz bırakan yönü, ona benzer veya ona yakın bir eserin meydana getirilememesinde aranılmalıdır. Bu husus, Allahu Teala tarafından o derece kesinlikle belirtilmiştir ki, aksinin varid olması mümkün değildir.
Bizzat Kur’an’ın kendisi, bütün insanlar ve cinler bir araya gelip çalışsalar, kendine benzer bir eser meydana getirmekte aciz kalacaklarını söyler ve meydan okumasını tedrici bir surette şiddetlendirerek kendisine benzer tek bir süre bile meydana getirilemeyeceğini iddia eder.
İsra Süresinin 88 inci ayetinde, Kur’an’ın bir benzeri yapılması istenirken, Bakara Süresinin 23 – 24. ayetlerinde tek bir süreye kadar düşülmüş olması, mahlukun Halık karşısındaki aczini ifadeden başka bir şey olamaz.
Bu ayetler, beşeriri Kur’an’l muaraza etme kapısını kapamış ve insanların Kur’an-ı Kerîm karşısında kat’i hezimetlerini tescil etmiştir.
Yüksek dağ tepelerinden kopan seller gibi, önüne gelen her maniayı silip süpüren, gönülleri ve akılları fetheden Kur’an-ı Kerîm, parlak üslubu, lafızlarının inceliği, manalarının çekici güzelliği, prensiplerinin büyüklüğü, garib haberleri, mesellerinin lâtif oluşu, edebî sanatlarındaki sırlarıyla, herkese tesir etmiş, insanlığı hayret ve dehşet içerisinde bırakmıştı.
O’nun, Arap harflerinin bir araya gelmesinden başka bir şey olmayan fasıllar mecmuası oluşudur. Bu harflerin yan yana getirilişi, insan fiillerinin en kolayı zannedilirse de, ondaki terkipler yüceliklerin fevkine ulaşmıştır. Kendi aralarında zayıf addettikleri Hz. Peygamber’in üstünlüğü, on binlerce kişi tarafından desteklenen edib kimseleri neden ve niçin aciz bıraktı?
Harfler, kelimeler ve satırlar onları nasıl aciz bırakır?
Araplar, aralarından birinin sanat ve ilimde üstünlük gösterdiğini gördüklerinde, bütün kuvvet ve gayretleriyle onunla yarışmaya ve ondan daha üstününü meydana getirmeye çalışırlardı.
Halbuki Kur’an onların sanatını gölgede bıraktığına göre;
Bu suale müspet cevap veremeyeceğiz. Çünkü Hicaz toprağı, fesahat ve belagat üstatlarını yetiştirmekle ün kazanmıştı. Sonra, Hz. Peygamber tek ve ümmi, onlar ise binlerle idiler. Acaba niçin onlar, O’nun aynını yapmaya teşebbüs etmeyip, kalemle mücadele etmediler de, kılıçla mukabelede bulundular?
Çölün yetiştirdiği ve Benu Sa’d kabilesinde çocukluğunu geçiren, “Sen bundan evvel hiçbir kitab okur değildin, elinle de yazmadın. (1)” ayetinin muhatabı olan ümmi Muhammed (s.a.v) Ümmü’l-Kura’da alemi ıslaha kalkıştı ve ömrünü, kendisini İlahi bir vazife ile gelişini kabul etmeyen kavimlerle mücadele ile geçirdi ve herkesiaciz bırakan ve dehşete düşüren bir kitabla geldi.
Ümmi olan kimseler gerek sanatta ve gerekse harb meydanlarında bazan fevkaladelikler gösterebilirler. Gösterilen bu üstün haller tek bir yönde olur, ekseriya diğer yönlerde açıklar vermesi daima beklenilir.
Halbuki ümmî olan Hz. Peygamber, nâzımda, ilimde, tefekkür ve siyasette, teşri’de, hatta kendi aleyhine dahi olsa hükümleri yerine getirmede tam bir kahraman olmuştur. Muhataplarını dehşete düşürmesinin en mühim sebeplerinden biri de, O’nun hiçbir yönde açık vermemesidir.
Yine onda, eski asırların ve geçmiş milletlerin tarihleri bahis konusu edilmektedir ki, bunların bazısı geçmiş kitaplarda görülecek, bazısı da istikbalin ilim eserlerinde cevaplandırılabilecekti. Zamanının ilim, fen ve edebî sanatlarından hiçbirine vakıf olmayan bir zattan, her yönüyle mükemmel bir eserin zuhuru elbette bir mucizedir.
Şüphesiz Kur’an-ı Kerim’de, ilim adamlarını, feylesofları ve fakihleri aciz bırakan yönler mevcuttur. İnsanların inancını, ibadetlerini, ahlaklarını ıslah edip, kardeşliği tesis, adaleti tevzi etmesi, mali işleri ıslah, kadına şahsiyet kazandırması, akıl ve fikirleri hürriyete kavuşturması,
İsanlığı hidayete sevk etme gayesine matuf olarak tabiat ilimlerini kendine konu yapması, mazi, hal ve istikbale ait gayb haberleri, bizzat Peygamber tarafından bile Kur’an’ın tebdil edilememesi ve “Ben ancak bana vahyolunana uyarım (2)” demesi gibi hususların ümmi bir kimseden sudur etmesi, mucizeden başka ne olabilir?
Gönüllere hoş gelen üslubu sayesinde, en büyük düşmanları bile O’nu dinlemekten kendilerini alıkoyamamışlardı. El-Velid b. el-Muğire, Ahnes b. Kays, Ebu Cehl b. Hişam gibi Kureyş ileri gelenleri, Kur’an’ı dinlememek için birbirlerine söz vermiş olmalarına rağmen, geceleri gizli gizli Kur’an dinlemeye teşebbüs etmeleri;
Hz. Peygamber’i öldürmek kastiyle harekete geçen Ömer b. el-Hattab’ın müslüman oluşu, en-Necm Süresinin son kısmındaki, “Allah’a secde ediniz ve O’na kulluk ediniz” ayetleri, Hz. Peygamber tarafından mümin ve müşriklerin bulunduğu bir toplulukta okununca, Müslümanlarla birlikte müşriklerin de yere secdeye kapanmaları, yere secde yapmayı gururuna yediremeyen Umeyye b. Halefin yerden bir avuç toprak alarak, onu alnına götürmesi;
Hz. Peygamber’i giriştiği teşebbüsten vazgeçirmek için nasihatta bulunan Utbe b. Rabia’ya cevap mahiyetinde okunan Fussilet Süresinin ilk ayetleri, Utbe’yi dehşet ve hayrette bırakmış ve kendisini bekleyenlere, “Ondan öyle şeyler işittim ki, ömrümde benzerini işitmiş değilim. Bu sözler ne şiir, ne sihir ve ne de kehanettir.
Bunlardan hiçbirine benzememektedir. Ey Kureyşliler, bana kulak verin, beni dinleyin, O’nu kendi haline bırakmanızı tavsiye ederim. Eğer O muvaffak olamazsa, Arabistan O’nu mahveder. Eğer muvaffak olursa, O’nun zaferi sizin de zaferiniz demektir” demesi, Kur’an’ın cezbedici füsunkar üslûbundan değil midir?
Başlangıçta Araplar, Hz. Peygamber’! bir meczub, bir şair ve bir kahin gibi telakki etmişlerdi. Bu hususlar bizzat Kur’an ile reddedildiği gibi, zaman da bunun böyle olmadığını ispat etmiştir. Çok geçmeden O’nun İlahi bir menşeden geldiğini, O’nun bir mucize olduğunu ve beşerin O’nun gibi tesir icra edecek bir eser meydana getiremeyeceğine inanmışlardı.
Yalancı peygamberlerin ortaya attıkları secili sözlerin, Kur’an’la mukayese edilemeyecek kadar basit ve bayağı olduğunu Araplar derhal anlayabiliyorlardı. Tarihte bazı cüretkarlar ortaya çıkıp, Kur’an’a nazire yapmak istemişlerdir. Kur’an’a nazire yapmaya kalkışanların gayretleri, aczlerini itiraf etmekten daha ileri gidememiştir.
Müseylimetu’l-Kezzab, Esvedü’l-Ansi, Tuleyha b. Huveylid, Secah gibi peygamberlik iddiasında bulunanlarla, Abdullah b. el-Mukaffa, İbnu’r-Ravendî, Ebu’t-Tayyib el-Mütenebbi, Kabus, İbn-i Sîna ve Ebu’l-Ala el-Ma’arri gibi şahsiyetlerin de, Kur’an’la muarazaya giriştiklerine dair münferid bazı haberlere rastlanmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in insanlığı aciz bırakan üslup mükemmeliyeti karşısında yalnız Müslümanlar değil, Arapça bilen ve bilmeyen gayr-i müslimler bile hayran kalmaktadırlar.
İslamiyet aleyhindeki eserleriyle tanınmış olan Papaz Henri Lammens bile, “Filolojik bakımdan Kur’an’ın üslubu dikkate değer bir mükemmeliyettedir” demek mecburiyetinde kalmıştır.
Keza Şeyhu’l-Müsteşrikin lakabını almış olan I. Goldziher de Kur’an için, “O, dünyanın edebi eserlerinden biridir” demektedir.
Prof. Louis Massignon’a göre Kur’an-ı Kerim;
İnsanlığa her iki alemin saadetini temin eden prensipleriyle
Kur’an-ı Kerim; Hangi zaman ve mekanda okunursa okunsun, O, daima ebedi bir mucize olarak taptaze önümüzde duracaktır. Dünya yaşlandıkça ve zaman ihtiyarladıkça, Kur’an’ın hakikatları daha açık olarak tezahür edecektir. Ne mutlu onu anlayıp, onun emir ve nehiylerini tatbîk edenlere, ne mutlu onun gayesini anlayabilenlere ve anlamaya çalışanlara.
Kaynak: Doç. Dr: İsmail Cerrahoğlu / Diyanet İlmi Dergisi / Haziran 1970 / bkz: 46-50
(1-Ankebût: 48) (2-Yunus Süresi 15)