Kainatta çok büyük bir yer işgal eden gezegenimizde binlerce çeşit hayat ve yaşama şekli mevcuttur. Tam bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Acaba; yeryüzünde vaziyet böyle iken, dünyadan çok daha büyük yıldızların, gezegenlerin ve sistemlerin kendi şartlarına uygun canlı ve şuurlu sakinleri var mıdır?
Bu soruya bir çırpıda verilecek ‘hayır’ cevabı elbette ki yanıltıcı olacaktır . Bütün hayat şartlarını sadece kendi dünyamızın hayat şartlarına kıyas edip diğer gezegen ve yıldızları şuur sahibi canlılardan hali/boş görmek hiç de makul değildir. Şu halde bilmediğimiz bu gibi mevzularda bu sahanın uzmanları, özel donanımlı müstesna varlıklar olan peygamberler tarafından bizlere anlatılanlara inanmamız gerekir.
Konuyu akla ufuk açabilecek temsili bir kıyasla yaklaşmaya çalışalım: Sayısız hazineleri ve eşsiz sanat harikaları bulunan bir Sultan düşünelim. Bu Sultan emsalsiz diyebileceğimiz muhtelif saraylardan bir şehir kurmuş ve o muhteşem şehrin bir köşesinde de klübe ebadında küçük bir hane/ev yaptırmıştır.
Biz bu küçücük bina da büyük bir faaliyet ve hareket olduğunu bizzat gözlerimizle müşahade ediyoruz. Sonra gözlerimizi o muhteşem saraylara çeviriyoruz, fakat oralarda kimseleri göremiyoruz. Bizim bu göremeyişimiz başlıca üç sebepten kaynaklanıyor olabilir:
Böylesine muhteşem bir şehirde, ‘binlerce sarayın boş, sadece küçük bir binanın binlerce canlıyla dolu’ oluşunu kabul manasına gelen son görüş, aklı başında birisinin kabul edebileceği bir görüş değildir. O halde ya göz zaafımız o sarayların sakinlerini görmemize manidir, yahut da o sakinler bilemediğimiz hikmetlerle bizden gizlenmektedirler.
İşte meseleyi zihinlere yakınlaştırma maksadına yönelik olarak arz etmeye çalıştığımız bu ‘muhteşem şehir’ örneğindeki küçücük bina ‘dünyamızdır’. Bu şehirdeki büyük saraylar da dünyamızın dışındaki yıldızlar ve sistemlerdir.
Görme kabiliyetimiz, melekleri görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hak Peygamberlerine, melekleri görme kabiliyetini verdiğinden, onlar melekleri hakiki şekilleri ile görebilmişlerdir.
Melekleri hakiki mahiyetleri ile göremememiz ve 5 duyumuzla hissedemeyişimiz, onların yok oldukları iddiasını gerektirmez. Duyu organlarımızın maddi alemde kendi dahi hissedemedikleri pek çok şey vardır. Kulağımız çok tiz ve çok pes sesleri işitmez.
Bugün varlığı aletlerle tespit edilen ışık dalgalarının hepsini, hele röntgen ve ültraviyole ışınlarını gözle görebilseydik, dünyayı şimdikinden çok başka şekilde tanıyacaktık. Biz daha kendi alemimizdeki tezahürlerin hakikatına vakıf değilken, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı namütenahi alemlerdeki namütenahi hadiselerin varlığını nasıl inkar edebiliriz?
Demek ki bir şey’i gözle görememek, o şey’in yok olduğuna delil olmaz. Gözle göremediğimiz pek çok şey var ki, o şey’in vücudunu aklımızla, ilim ve tecrübe ile, deneylerle kabul ediyoruz. İşte, melekler de gözle göremediğimiz halde, varlığını kabul ettiğimiz nesnelerdendir.
Zira onların görünmeyişleri, var olmadıklarından veya asla görünmez olduklarından değildir. Bu bizim onları görebilecek bir kabiliyet ve kapasite de yaratılmadığımızdandır. Başka bir ifadeyle meleklerin görünmeyişleri, onların bizim gözlem ve tecrübeye dayanan bilgilerimizin ilgi alanı dışında kalan fizik ötesi varlıklar oluşlarındandır. Bugün var olduğu ilmen ispat edilen veya hissedilen nice varlıklar vardır ki biz onları çıplak gözle göremiyoruz.
Meleklere iman, iman esasları içinde mühim bir yer işgal eder. Çünkü melekler, Allah’tan aldıkları İlahi vahyi peygamberlere ulaştıran birer elçi durumundadırlar. Bu bakımdan vahye ve peygamberlere inanmak, önce onlara vahyi ve peygamberliği getiren meleklerin varlığına inanmayı gerektirmektedir. Meleklere inanmamak, peygamberlere de inanmamayı netice verecektir.
Meleklere imanın Allah’a imandan hemen sonra zikredilmesinin sebebi de budur.
a-) Akademi Araştırma Heyeti / Bir Müslüman’ın Yol Haritası / Sayfa: 91-92
b-) Turan Yazılım / Mürşit 5 / DVD / İlmihal / M.Dikmen