Maun Süresi Besairu’l Kur’an Tefsiri

Maun Süresi Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de 107, Nüzul sıralamasına göre 17. süre olan Maun Süresi Mekke’de nazil olmuştur. Toplam 7 ayettir.
- Maun Süresi 1. Ayet Meali: Ey Muhammed! Dini yalan sayanı gördün mü?
- Maun Süresi 2-3. Ayet Meali: Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur
- Maun Süresi 4. Ayet Meali: Vay o namaz kılanların haline ki:
- Maun Süresi 5. Ayet Meali: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler
- Maun Süresi 6. Ayet Meali: Onlar gösteriş yaparlar.
- Maun Süresi 7. Ayet Meali: Onlar (eğreti olarak) basit şeyleri dahi vermezler.
Sürede gösteriş için namaz kılanlardan söz ediliyor. Mekke’de böyle bir şey yoktu. Mekke’de gerçek bir Müslüman için bile namaz kılmak ve cemaate katılmak çok zor bir olaydı. Gizli gizli namaz kılıyordu Müslümanlar. Böyle bir ortamda ben Müslümanım demek bile adeta işkenceye adaylığını koymaktı.
Böyle bir ortamda Müslüman olmadıkları halde ben de Müslümanım diye gösteriş için namaza koşanlar değil, iman ettikleri halde sosyal statülerini kaybetmemek için kimi zayıf Müslümanlar imanlarını bile gizlemek durumundaydı. İşte bu sebeplerden ötürü bu sürenin Medenî olduğunu söyleyenler olmuşsa da alimlerimizin ekseriyetinin görüşü sürenin Mekki oluşudur doğrusunu Allah bilir diyoruz.
Sürede ahireti, ahiretteki hesap ve kitabı reddeden, yalan sayan ve bu ölüm ötesi hayatı yalanlama konusunun her ikisinin de ortak özelliği olduğu iki grup insan anlatılır.
- Bunlardan birincisi kafirler. Allah’a inanmayan, Allah’a kulluğa yanaşmayan, Allah’la iyi bir ilişki içinde olmayan, bu yüzden de Allah kullarıyla iyi bir ilişki içine girmeyen, Allah kullarına iyi davranmayan, Allah’ın kendilerine lütfettiği sayısız lütuf ve nimetlerine karşı nankör davranan, ölüm ötesi hayatı inkar eden, yaşadıkları bu hayatın sonunda karşı karşıya gelecekleri hesabı kitabı yalanlayan, randevu gününü reddeden ve hayatlarını bu inanca bina eden kafirler.
- İkincisi dilleriyle Allah’a ve Allah’tan gelen hayat programına inandıklarını iddia ettikleri halde hayatlarıyla bunu yalanlayan, hayatlarını Allah için Allah’ın belirlediği yasalar çerçevesinde değil de insanlar için yaşayan, amellerinde hareketlerinde Allah’ın rızasını değil de insanların hatırını gözetleyen, riya, gösteriş için namaz kılan münafıklar.
Bu iki insan tipinin anlatıldığı sürede Rabbimiz önce kafirlerin karakteristik özelliklerini anlatır. Onlar dini, din gününü yalanlarlar, yetimi itip kakarlar, toplumda sosyal ve siyasal dayanağı olmayan garibanları hor görüp onlara zulmederler, fakir fukaranın hakkını gasp edip onlara vermezler.
Münafıklara gelince onlar da namazlarından gaflet ederler, namazlarını gösteriş için kılarlar, ya da onlar aslında namaz kılmazlar da namaz gösterisinde bulunurlar, namazı vaktinde kılmazlar, namazı Allah’ın istediği şekilde kılmazlar buyurulmaktadır.
Evet sürede özellikleri anlatılan bu insan grupları şahsında, ahirete inanmamanın, ölüm ötesi hayatın hesap ve kitabını reddetmenin ve bu inanca dayalı dünyada sorumsuzca bir hayat yaşamanın insanı ne hale getirdiği, böyle bir hayatın insanı nasıl insanlıktan çıkarıp, tüm insani ve ahlaki değerlerden sıyırıp nasıl canavarlaştırdığı anlatılmaktadır.
Ahireti inkar edip ölüm ötesi hayatın hesabını reddetmenin insanlarda ne gibi ahlaki düşüşler meydana getireceği gözler önüne serilmektedir.
İlk ayetlerinde itikadi nifakı son iki ayetinde de ameli nifakı ortaya koyan ve yedi kısa ayetten meydana gelen bu süre, küfür ve iman hususunda geçerli olan anlayışı kökünden değiştirebilecek güçte gerçekleri ele almaktadır.
Bu din gösteriş ve şekil dini değildir. İbadet ve hareketlerdeki samimiyete ve feragate büyük önem veren İslam, bu samimiyetin salih amele ve yeryüzünü imar eden bir dinamizme dönüşmesini emreder. Ayrıca bu din, muhtevası bir birinden ayrı bölük-pörçük gerçeklerden oluşmuş bir din de değildir. İnsan onun bir kısmına uyup bir kısmını terk ettiği takdirde görevini yapmış sayılmaz.
Bu din mütekâmil bir nizamdır. İbadet ve mükellefiyetleri iç içedir. Ferdi ve içtimai emirleri birbirini destekler. Hepsinin de gayesi insanları yüce bir hedefe yöneltmektir…
İnsan, diliyle Müslüman olduğunu, bu dini tasdik ettiğini söyleyebilir; namaz da kılabilir; namazın dışındaki diğer hükümleri de yerine getirebilir. Bütün bunları yaptığı halde, yine de gerçek imandan ve gerçek tasdikten uzak, hem de çok uzak kalabilir. Çünkü bu gerçeklerin bazı alametleri vardır ki, onlar bu imanın varlığının delilidir. Bu alameti taşımadan insan ne kadar diliyle söylerse söylesin, ne kadar ibadet ederse etsin, gerçek imana ve gerçek tasdike eremez.
Asr süresinde de belirtildiği gibi, iman gerçeği bir kalpte yer edince o kalp o anda harekete geçer ve salih amel şeklinde de imanın varlığını gösterir. Bu hareket olmayınca onun varlığı için bir delil yok demektir. İşte bu sürenin ayetleri de aynı gerçekleri dile getirmektedir.
Süreyi iki kısımda ele almak mümkündür.
a ▬ Yetimin hakkını yiyen, ona babasından kalan mirası vermeyen, ayrıca bir yetim, çaresizlik içinde ona gelince onun ihtiyacını karşılamadan onu itip kakarak kovan ve yoksulun açlığı ile ilgilenmeyen kimselerin durumu şiddetli tehdit ifade eden bir üslupla bize bildirilmektedir. Onlar İslam’ı inkar eden, hesap gününe inanmayan kimseler olarak takdim edilmektedir:
Maun Süresi 1. Ayet: Gördün mü o, dini yalanlayanı
Dini yalanlamak ahiret günündeki hesaba çekilmeyi ve cezayı inkar etmek demektir. Kur’an ıstılahında din amellerin ahiretteki karşılığı olarak kullanılır: İşte, o dini yalanlayan, yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyendir. (Maun Süresi 2-3)
Bu sürenin; cimrilikleri, yoksullara, düşkünlere eziyet ve onları hor görüp itip kakmaları ile tanınan, as İbn Vail, Velid İbn Aiz ve Ebu Süfyan hakkında nazil olduğu şeklinde muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Yetimi ve düşkünü horlayarak itip kakan, ona işkence eden kimselerin durumu, dini yalanlamaktadır.
Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, Allah Teala’nın bu büyük ithamı karşısında, ürpererek, etrafındaki yetim, yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin hukukunu hassas bir şekilde gözetecek, onların ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Bu, müminin iman etmekle girmiş olduğu ahlaki kalıbın gerektirdiği bir hareket tarzıdır.
b ▬ Kıldıkları namazdan gafil olanlar ve gösteriş için namaz kılanların ahiret gününde karşılaşacakları acıklı azap vurgulanıyor: “Vay o namaz kılanların haline, ki onlar, kıldıkları namazdan habersizdirler; onlar, gösteriş yaparlar (Maun Süresi 4, 5, 6)
Bu namaz kılıcılar, nifak içerisinde bulunan tiplerdir. Onların kıldıkları namaz, zahiri bir şekilden ibaret kalmakta, kalplerinde hiç bir manevi iz bırakmamaktadır. Kıldıkları namazlardan gafil olanlar ibaresi; namazlarını vaktinde kılmayıp tehir eden, halkın huzurunda kıldığı halde, yalnız kalınca namazı terk eden münafıkları haber vermektedir.
Onlar görünürde namazlarını kılarak, müminlerden görünmek suretiyle bir takım dünyevi menfaatler elde etmek isterler. Onlar için namazını dosdoğru kılan, salih insanlar denmesi, hoşların gider. Allah’a değil de, kendi nefislerine tapınmış olurlar. Bu tiplerin, inanan insanları kandırmaları mümkündür. Çünkü İslam, zahire göre hüküm vermeyi emreder. Kalplerde olanı ise, yalnız Allah bilir.
Namazı kılmak veya terk etmek karşılığında bir şey görmeyeceklerini zannedip Allah’ın dinini kendilerine kalkan yapanların ne kadar büyük bir gaflet ve sapıklık içinde olduğunu Allah Teala bu ayetleri ile bize haber vermektedir. Ayrıca namaz kılan herkes bu vesile ile uyarılmaktadır. Allah Teala nifak içerisinde ibadet edenlerin durumunu şu ayeti kerime ile de açıklığa kavuşturmaktadır:
- Şüphe yok ki münafıklar güya (akıllarınca zahiren mümin görünüp kalplerinde küfrü gizlemekle) Allahu Teala’yı aldatmak isterler. Halbuki O, (oyunlarını ve) hilelerini başlarına geçirendir. Namaza kalktıkları zaman da tembelce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak (insanların huzurunda) birazcık anarlar (Nisa Süresi 142).
İşte kalpleri nifakla dolu bu insanların en önemli özelliklerinden biri, Allah Teala’nın şu sözü ile ifade edilir:
Onlar, başkasına en ufak yardımı esirgerler (Maun Süresi 7)
Bu süre, ibadetlerin görünüşlerinin Allah indinde bir değerinin olmadığını, ibadetleri ifa ederken onların hakikatlerini yaşamanın ve yalnız Allah için yapmanın gerekliliğini tebliğ etmektedir.
1 ▬ Ey Muhammed! Dini yalan sayanı gördün mü?
“Eraeyte” ifadesi “Elem tera” ifadesinden farklıdır. “Eraeyte” gözle görmek anlamına geldiği gibi aynı zamanda düşünmek, anlamak anlamlarına da gelmektedir. Fil süresinde olduğu gibi Peygamber Efendimizin fil olayını bizzat gözle görmesi mümkün değildir. Çünkü bu Peygamber Efendimizin daha dünyaya gelmesinden önce gerçekleşmiş bir hadise olarak bilinir.
Halbuki bu sürede anlatılan dini yalanlayanları ve öteki özellik sahiplerini Allah’ın Resulü bizzat gözleriyle görüyordu. Onun içindir ki önce Peygamber Efendimize, sonra da onun şahsında hepimize, tüm akıl sahiplerine gördün mü? Bildin mi? Anladın mı? diyor Rabbimiz.
Şöyle bir bakın etrafınıza çok rahat göreceksiniz. Kimi?
Dini yalanlayanı, dini yalan sayanı gördün mü? Tanıyıp anladın mı? Tabii bu cevap bekleyen bir soru değildir. Dinle, onu sana ben anlatayım demektir bunun manası. Ya da muhatabı dini yalan sayan kimseleri tanımaya davet veya dini yalan sayan kimselerin karakteristik özellikleri üzerinde düşünmeye davettir.
Burada yalanlanan dinden kasıt, ya İslam, Allah’ın yeryüzüne gönderdiği hayat tarzı, Allah’ın belirlediği yaşam biçimidir. Ya da ahiret günü, ahiret günü gerçekleşecek hesap ve kitaptır. Zaten Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu hayat programını, yani dini yalan sayan bir kimsenin ahireti de ahiretteki hesap kitabı da yalanlaması kaçınılmazdır. Dini reddeden bir kimsenin ahirete îman etmesi mümkün değildir.
Şu anda da çevremizde ahirette ki hesap kitabı yalan sayan yığınlarla insan görüyoruz. Dikkat ederseniz ayet-i kerimede dini inkar edenler denmiyor, dini yalan sayanlar, dini yalanlayanlar deniyor. “Kezzebe” inkar etmek değildir aslında. “Kezzebe” bir şeyi kabul etmekle birlikte gereğini yerine getirmemek demektir.
Adam anlıyor, kabullendiğini söylüyor ama bu kabulün gereğini yerine getirmiyor. İşte yalan saymak budur.
Mesela diyorsunuz adama:
- Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz.
- Adam denileni anlıyor, kabulleniyor, kar nedir? Soğuk nedir? Bunu biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır.
- Adam ahirete inandığını iddia ediyor, ölümden sonra diriliş, hesap kitap vardır diyor ama öyle bir hayat yaşıyor ki bu inancın kokusuna bile rastlamak mümkün değildir.
Veya;
Namazın farz olduğunu, kılınması gerektiğini biliyor, ama yine de kılmıyor. Müddessir süresinin son bölümünde de bu anlatılıyordu: Bizler din gününü yalan sayanlardandık (Müddessir: 46)
Dünyada mümin görünen suçlular anlatılıyordu. Yani dünyada mümin zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında alan bu insanlara Müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde şöyle soruyorlardı:
- Hayrola! Niye geldiniz buraya? Bir yanlışlık filan mı oldu? Siz mü’min değil miydiniz? Ne işiniz var sizin burada? Bir yanlışlık mı oldu ki cennete gitmeniz gerekirken buraya geldiniz? buyurulunca bunlar dört suç sayıyorlar:
Bu suçlardan birisi de:
- Biz din gününü yalan sayardık.
Bakın din gününü inkar ederdik değil yalan sayardık. Mesela adama soruyorsunuz:
- Arkadaş ölecek misin? Tamam.
- Dirilecek misin? Tamam.
- Hesap-kitap var mı? Tamam.
- Peki Allah Kadir mi? Yapar mı bunu?
Tamam hepsine inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış etmeden yaşıyor adam. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki adamın, bu inancının hiç mi hiç etkisi yok.
Yani imanının, inandım dediği şeyin gereğini yapmıyor veya imanını amele dönüştürmüyor. Çok korkunç bir suç değil mi bu?
- Namaz kılması gerektiğine inanıyor ama kılmıyor.
- Örtünmesi gerektiğine inanıyor ama örtünmüyor.
- Kur’an’ı, sünneti tanımadan Müslümanlık olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor.
- Çoluk çocuğunu eğitmesi gerektiğine inanıyor ama yaklaşmıyor.
İşte yalan saymak budur ve çok büyük bir suçtur. Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri amele dönüştürmeye çalışalım
ayet-i kerime de dini, din gününü inkar edenler denmiyor, yalanlayanlar yalan sayanlar deniliyor. Öyleyse Allah için burada çok ciddi düşünmek ve kendimizi yargılamak zorundayız.
Acaba dilimizle kabul ettiğimiz ahireti hayatımızla, hayat programımızla yalan sayanlardan mıyız, değil miyiz?
Bunu çok ciddi düşünmek zorundayız. Çünkü unutmayalım ki yalan saymak küfürden farklıdır. İnkar etmek, ayetleri ve ayetlerin ortaya koyduğu ölüm ötesi hayatı tümüyle reddetmek ve inanmamak demektir. Ama yalan saymak ayetlere inanmakla beraber gereğini yerine getirmemek demektir.
En’am’da bu yalan sayanların şöyle dedikleri anlatılır: Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz dirilecek de değiliz” dediler (En’am Süresi 29)
Hayat, bu hayattan ibarettir. Hayat ancak bu dünya hayatıdır. Varsa da yoksa da işte yaşadığımız bu hayat vardır. Bunun ötesinde başka bir hayat yoktur dediler. Bizler bir daha diriltilecek değiliz, diyerek ahiret hayatını inkar ettiler. Bazıları hem dilleriyle inkar ettiler, hem de hayatlarıyla inkar ettiler. Hem sözle, hem de hayat programlarıyla inkar ettiler.
Aslında ister dilleriyle inkar eden kafirler olsun, isterse dilleriyle ahirete inandıklarını iddia ettikleri halde hayatlarıyla onu yalanlayanlar olsun, bunların hepsi ahiretin varlığının farkında ve bilincindedirler.
Hainler biliyorlar aslında Allah’ı. Biliyorlar Allah’ın ayetlerini. Biliyorlar ahireti ama bile bile, peşin peşin reddediyorlardı. Çünkü bu adamların hayatları, yaşantıları, beklentileri, ahiretteki hesabı, kitabı reddetmelerini gerektiriyordu. Çünkü ahirete inandıkları zaman kesinlikle biliyorlardı ki hayatları değişecekti.
Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın hayat programına yöneldikleri zaman huzurları kaçacaktı. Ölüm ötesi hayatın hesabı, kitabı gündeme geldiği zaman iştahları gırtlaklarında düğümlenecekti. O zaman insanlara zulüm edemeyecekler, kan içemeyecekler, tanrılıkları bitecek ve sömürü düzenleri sona erecekti. O zaman zulümleri bitecekti. Saltanatları, çıkarları sona erecekti. Onun için biliyorlar ama bile bile inkar ediyorlardı.
Şimdi buna göre, bu ayetin ortaya koyduğuna göre;
- Allah için bizler kendimizi, çevremizi, en yakın akrabalarımızı bir değerlendirelim. Yirmi dört saatin kaçta kaçını ahiret hesabına harcıyoruz?
- Bir günümüzün kaçta kaçını Kur’an’ın talimine, dinin tedrisine harcıyoruz?
- Kaçta kaçını dinin tebliğine, emr-i bi’l-marufa harcıyoruz?
- Kaçta kaçını işimize, aşımıza, dükkanımıza, tezgahımıza, ticaretimize, maişet teminine harcıyoruz?
Öyleyse bizler Allah korusun da bugün dilimizle ahirete inandığımızı söylüyoruz ama hayatımızla, hayat programımızla ahireti inkar ediyoruz. Geleceğe ait planlarımızla, kazanma ve yığma hırsımızla, evlerimizin yapısıyla, hayat programımızla sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bir program yapıyor ve ahireti yalanlıyoruz, dilimizle kabullendiğimizin gereğini yerine getirmiyoruz.
Bakın bu ahiretteki hesabı kitabı yalanlamanın neticeleri nasıl tezahür ediyormuş? Bu yalanmanın neticelerini şöylece sıralıyor Rabbimiz:
2 ▬ İşte yetimi itip kakar.
Ahirete inanmayan, ya da diliyle inandığını iddia ettiği halde hayat programını bu imana bina etmeyerek hayatıyla onu yalanlayan kişi, yetimi itip kakar. Yetimi horlar, azarlar, ona sert davranır ona baskı yaparak, zulmederek hakkını gasp eder. Yetimin hakkını yer. Yetime verilmek üzere velisi tarafından kendisine teslim edilmiş emanet mirasa el koyarak onu kendi malından mahrum bırakır. İşte bu davranış kişinin ahirete inanmadığının, ya da onu yalanladığının görüntüsüdür.
Bakın Nisa Süresinde de Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur: Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler karınlarına sadece ateş dolduruyorlar ve yarın onlar çılgın ateşe atılacaklardır (Nisa Süresi 10)
Peygamberimiz de yetimler konusunda şehadet parmağıyla orta parmağını birleştirerek şöyle buyurdu: Ben ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöylece beraberiz.
Yetim, babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına gelmeden babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir veya babası baba olarak vardır ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir. Babası anası tarafından Kitap ve sünnetle tanıştırılmamış tüm çocuklar yetimdir.
Bilelim ki yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi vardır. Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız da dahil piyasadaki tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalıdır, kalp Allah’a götürücü imanla doyurulmalı, mide de Allah’ın helâl kıldığı rızıkla doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş bitti zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal etmeyelim.
Veya
Yetim, toplumda sosyal ve siyasal desteği, dayanağı olmayan kimseler demektir. Böyle bir dayanakları yok diye onların haklarını yemeye çalışmak, onlara olan borçlarını ödememek, elinde çeki, senedi, yasal bir dayanağı yok diye, toplumda dayıları yok diye mallarını yemeye, hukuklarını ihlal etmeye kalkışmak, ahireti yalanlamak anlamına gelmektedir ki, bundan şiddetle sakınmak zorundayız.
Toplumda kendisine toplumsal bir dayanak bulmuş insanlara farklı, sığınağı olmayan garibanlara farklı davranmaktan Allah’a sığınacağız. Bu, bizim toplumun en büyük hastalığıdır. Kimse güçlülere dokunamıyor ama garibanları ezen ezene. Eğer ahirete inandığımızı iddia ediyorsak, kesinlikle böyle yapmayacağız.
Onlarla ilgilenmek, onların durumlarını düzeltmek, mallarını korumak, haklarına riayet etmek, onların eğitimleriyle, ahlaklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek bizim görevimizdir. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete, emanet sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Yani babasızları babalılar gibi korumak, rahat ettirmek babalarının yokluğunu onlara hissettirmemek bizim görevimizdir.
Ahhireti yalanlamanın bir başka tezahürü de;
3 ▬ Yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur.
Ölüm ötesi hayatı reddeden, ahiretteki hesap-kitabı yalanlayan kişi yoksulu doyurmayan, miskinin doyurulmasını teşvik etmeyendir. Miskin, belini doğrultacak hiçbir şeyi, hiçbir malı, mülkü olmayan ve insanlardan bir şeyler isteyen demektir
Bütün imkânlarını kullandığı halde yine de ihtiyaçlarını temin edemeyen ve bu sebeple istemek zorunda kalan kişilere de yardım elimizi uzatmak zorundayız.
İslam aslında dilenmeyi meşru görmez. İslâm toplumunda çalışıp kazanabileceği halde dilenen bir ferdin varlığı asla düşünülemez. Hem dilenenler açısından bu böyledir, hem de o toplumun zenginleri açısından buna imkan yoktur.
Allah’ın hakkına riayet etmeyen, elbette kulların hukukuna da riayet etmeyecektir. Kendisi fakirleri doyurmadığı gibi başkalarının malında da cimrilik gösterir. Bunun sebebi de toplumda garibanların daha çok ezilip ezenlerin hakimiyetinin devamını sağlamaktır.
Ayet-i kerime de bunun insanların ahiret anlayışlarının ve buna dayalı olarak da mala bakışlarının bozukluğundan kaynaklandığını anlatıyor Rabbimiz. Sanki Allah’ın fakir kullarından kıskandığı o malı kendisi kazandı, sanki kendisi buldu, sanki kendisinin o mal. Zaten böyle düşünen, kendilerini mülkün sahibi gören insanlar zırnık bile veremezler.
Ahirete inanmayanlar bunu asla anlayamazlar. Halbuki Allah herkese rızık takdir ederken fakirlere verilmek üzere bir fazlalık vermektedir ve bu fazlalığın sahiplerine ulaştırılmasını istemektedir.
4-5 ▬ Vay o namaz kılanların haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler.
Veyl o namaz kılanlara. Yazıklar olsun o namaz kılanlara. Cehennemin veyl deresine gitsin onlar. Cehenneme akasıcalar, cehenneme dolasıcalar. Yuh olsun onlara.
“Veyl” kelimesi Kur’an ve sünnette hem kafirler, hem de Müslümanlar hakkında kullanılmaktadır. Bu tabir Müslümanlar için kullanıldığı zaman, yazıklar olsun, yapmamalıydınız bunu gibi anlamlara gelirken, kafirler hakkında kullanıldığı zaman da cehenneme gidesiceler, cehennemin veyl deresine yuvarlanasıcalar anlamlarına gelmektedir.
Burada, Mutaffifin ve Hümeze sürelerinin başında ve Mürselat süresinin 10. ayetlerinde ve kitabımızın değişik yerlerinde kafirler için kullanılmakta ve bu ifadenin geçtiği yerlerin hemen hemen pek çoğunda mala bakışın bozukluğu gündeme getirilmektedir.
Ayet-i kerime de namazı sallayanlar anlatılır. Namazı Allah’ın istediği biçimde ikame edenler değil de salla yapanlar anlatılmaktadır. Namaz kılmaktan gafil adamlar da kıldık zannediyorlar veya namazı bir hareket zannediyorlar. Veya namazı kılınca tamam zannediyorlar. Namaz bitti, namazı kıldık Müslümanlık tamam zannediyorlar. Namazla din kurtarma çabasına giriyorlar.
Halbuki Kur’an’da, dinde, İslam’da böyle hiçbir şeye karışmayan, mücerret kendi başına bir namaz yoktur. Hiçbir şeye karışmayan, hayatta hiçbir fonksiyonu olmayan bir namazdan söz edilmez İslam’da.
Demek ki Allah’ın istediği biçimde tüm hayatı düzenleyecek bir namaz kılanlar değil de, namaz gösterisinde bulunanlar, namaz kılmadıkları halde namaz kılıyormuş gibi davranan ve çevrelerini aldatan insanlar anlatılıyor burada.
Rabbimiz veyl olsun bu şekilde namaz kılanlara buyurduğuna göre, öyleyse birinin namaz kıldığını görüvermemiz, onun gerçek Müslüman olduğuna ve kurtulduğu düşüncesine götürmemelidir bizleri. Eğer adam namazında sahun, lahun, sahiv ise burada olduğu gibi, onun namazı da, kendisi de merduttur.
Ancak dikkat ederseniz ayet-i kerîmede Fi salatihim denmemiş de an salatihim denmiştir.
Aslında Rabbimizin böyle buyurması biz Müslümanlar için çok büyük bir müjde, çok büyük bir rahmet eseridir. Çünkü birisinde namazdan gaflet, ötekisinde namazda gaflet kast edilir. Namazdan gafletle, namazda gaflet birbirinden farklıdır. Namazda, namazın içinde gaflet affedilirken, namazdan gaflet nifak alametidir. Müslümanlar namazın içinde gaflet edebilirler, namazın içinde unutarak, yanılarak gaflet edebilirler. Bu nifak değildir.
Hatta namazın içinde bir şeyleri unutmak günah bile değildir. Nitekim Allah’ın Resulü de namazda unutmuş ve bu unuttuğunu telafi etmek için sehiv secdesi yapmıştır. Tabii gözlerim uyur ama kalbim asla uyumaz diyen Allah’ın Resulüne bu konuda bizim için hüküm konsun diye Rabbimiz unutturmuştur diyoruz.
Kıyamete kadar bu konuda namazında unutanlar için teşrinin ortaya çıkması adına bu şarttı. Onun içindir ki burada Rabbimiz Fi salatihim sahun Onlar namazlarında yanılırlar, namazlarında unuturlar ve gaflet ederler buyurmamış da, an salatihim sahun Onlar namazlarından gafildirler buyurmuştur.
Namazla alakalı bir gaflet içindeler onlar. Namazla ilgileri, irtibatları yoktur onların.
- Namazı kılmışlar kılmamışlar fark etmez onlar için.
- Namaza aldırış etmezler.
- Namaz için Rabbimizin belirlediği vakitte namazın kılınıp kılınmadığına aldırış etmezler.
- Namazı vaktin dışına çıkarırlar.
- Vaktin evvelinde kılmayıp sonuna taşırırlar veya namazlarını Allah’ın emrettiği biçimde tadil-i erkanına riayet ederek değil de, tavuğun yem devşirdiği gibi kılarlar.
- Namazda okuduklarının manasını düşünüp tedebbür etmezler, namazlarında Allah’tan hayatlarını düzenleyecek hiçbir mesaj almazlar.
- Hayatlarında hiçbir fonksiyonu olmayan, ruhsuz hareketler manzumesidir namazları.
- Namazın ehemmiyetinden habersizdirler.
- Namazın terkinden müteessir olmazlar, kılıp kılmadıklarına, vaktin geçip geçmediğine aldırış etmezler.
- Namazlarını Allah’ın rızası için değil de dünyevi maslahatlar için kılarlar. Onun içindir ki insanların arasındayken kılarlar ama kendi başlarına kaldıkları zaman terk ederler.
- Namazı kılarlarken hayrını ummazlar, terk ederken de Rablerinin ikabından korkmazlar.
- Namazla mağrur olup din sadece namazdan ibaretmiş zannederek onunla din kurtarma gayretine düşerler. Dini sadece namazdan ibaretmiş zannederek namazın istediği diğer kulluklardan gaflet ederler.
- Namazın kıyamından, kıraatinden, rükusundan, sücudundan habersiz sanki bir teyp gibi veya bir robot gibi şuursuzca yatıp kalkarlar.
- Namaz boyunca Allah’ı hiç zikretmezler. Kalpleri kafaları başka yerde, iskeletleri namazda, böyle şekil olarak bir namaz kılarlar.
İşte Allah diyor ki, veyl olsun bu şekilde namaz kılanlara. Bu namaz onları Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Allah’ın Resulü bir hadislerinde namazın hayatımızdaki önemini şöyle anlatır: Güvenilirliği olmayan kimsenin kamil imanı yoktur, temizliği olmayanın da namazı yoktur, namazı olmayanın dine bağlılığı yoktur. Dinde namazın yeri, bedende başın yeri gibidir.”
Yani;
Bir insan eğer kamil iman sahibi olmak isterse mutlaka güvenirliliği olmalı. Ona güvenilmeli. Yine bir adam namaz sahibi olmak istiyorsa, namazım var olsun istiyorsa, namazının olmasını istiyorsa o zaman onun temizliği olmalıdır. Kalp temizliği, beden temizliği. Hadesten taharet, necasetten taharet diye meşhurdu eskiden bu tabirler. Görünür pisliklerden temizlik, görünmez pisliklerden temizlik.
Yine eğer bir insan dine bağlı olmak istiyorsa namazı olmalı onun. Eğer namazı yoksa dine bağlılığı da yoktur onun. Eğer dine bağlı olmak, dine bağlılığının olmasını istiyorsa mutlaka namazı olmalıdır. Eğer bir bedende başın yeri önemliyse, yani baş bedende ne kadar önemli bir yer işgal ediyorsa, namaz da dinde işte öyle bir yer işgal eder.
Abdesti olmayanın, yani hadesten taharet dediğimiz, necasetten taharet dediğimiz madde planında tüm pisliklerden arınmayan kişinin namazı yoktur. Yani bir insanın kalbi temiz değilse, kalbini her gün yıkamıyorsa değil, niyetlerini tertemiz Allah’a ait kılmıyorsa, işte o insanın namazı yoktur.
Yani hayatı düzenleyen bir namaz olacaktı ya namaz, tertemiz bir kalp ile, tertemiz bir bedenle, tertemiz bir evle, tertemiz bir toplumla namaz bütünleşince namaz olacaktır. Değilse namaz tertemiz olacak, ama hayat pis, pisliğin içinde bir namaz, ya da pisliği temizlemeyen bir namaz, o namazın yokluğuna hükmedeceğiz.
Namazı olmayanın dine bağlılığı yoktur. Yani bir adam hem dindar olduğunu söyleyecek, hem dindar olduğunu iddia edecek, hem de namazı olmayacak, bu ne mantık bunu siz düşünün. Dilim varmadı söylemeye. Yani bir adamın namazı olmayacak ve dine bağlı olacak. Dine bir adamın bağlanacağı ilk yer, asıl yer namazken, o yoksa ve o adam dine bağlılığını iddia ediyorsa bilmiyorum nasıl bir bağlılıktır bu? Nasıl bağlanmaktır bu? Hangi din ve nasıl bağlanmak?
Dinde namazın yeri, bedende başın yeri gibidir.
Yani düşünün bir adamın başı olmayacak ve adam olacak. Mümkün mü bu? Peki yani baş olmayınca zaten ölü diyorsunuz, hatta o tür cenazeyi yıkamak bile zoruna gider değil mi Müslümanların? O hale gelmişse, Allah kimsenin başına vermesin. Allah dayanamayacağımız şeyle imtihan etmesin, baştan dua edelim.
Peki bir de şöyle söyleyelim: Baş var da fonksiyonlarını yitirmiş. Görmeyen gözleri olan bir baş, işitmeyen kulakları olan bi baş, konuşmayan dili olan bir baş, ya da dönmeyen, sağa sola dönemeyen, fark etmeyen, fark edemeyen, koku olmayan, hissetmeyen bir baş. Ya da aklı olmayan bir baş düşünün. Ne dersiniz? Böyle bir vücudu siz de sevmediniz değil mi? İşte namazı olmayan bir din de böyleymiş.
Onlar namazlarını oyun ve eğlence yerine korlar. İşte böyle evdi, arabaydı, kooperatifti, dükkandı, müşteriydi, fabrikaydı, parktı, plajdı, piyasaydı, kazançtı, paraydı, puldu, teypti, televizyondu bunlarla uğraşırken namaz kılacak zamanları kalmamıştır onların.
Tevbe süresinde anlatıldığı gibi öteki işlerinden namaza zaman bulamadıkları için namaza tembel tembel, üşene üşene kalkarlar: Namaza tembel, tembel gelirler (Tevbe Süresi 54)
Allah’ın Resulü bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle buyurur: İşte bu münafığın namazıdır diye üç defa tekrar eder ve sonra buyurur ki: İkindi vaktinde oturarak güneşin batışını seyreder. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girene kadar durup seyretmeyi sürdürür. Bu vakitten sonra kalkıp horozun yerden yem devşirdiği gibi dört defa eğilip kalkar. Allah’ı da çok az zikreder.
Yine bakın Nisa Süresinde Rabbimiz münafıkların namazlarını anlatırken şöyle buyurur: Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışır, oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar (Nisa Süresi 142)
Şimdi bize dönüyorum;
- Şu kıldığımız namazların görünüşte hiçbir fonksiyonu yok gibi değil mi?
- Yani bu kıldığımız namazların hayatımıza hiç etkisi yok gibi değil mi?
- Sanki biz de namazlarımızda Allah’ı çok az zikrediyoruz değil mi?
- Bizler de namazlarımızda ne okuduğumuzun, Allah’a hangi taahhütte bulunduğumuzun farkında değiliz, değil mi?
- Namazda aldığımız mesajı namaz sonrası hayatımıza taşımamız ve namaz sonrası hayatımızı onunla düzenleme kavgamız hiç yok gibi değil mi?
- Hayattan kopuk bir namaz kılmadan yanayız değil mi?
- Yani bizim hayatımızda da namaz öncemizle namaz sonramız hiç değişmiyor gibi değil mi?
- Sanki mektubu atıp o dertten kurtulma işi gibi namaz kılmadan yanayız değil mi?
Bu durum gerçekten çok kötü bir durumdur. Öyleyse Allah için bunu bir daha düşünelim. Düşünelim de kendi namazlarımızda kendi kendimize beddua etmekten kurtulalım. Allah’ın istediği, Peygamber Efendimizin tarif ettiği gibi bir namaz kılmanın yollarını arayalım. Çünkü Bakara Süresinde anlatıldığına göre ibadetlerin dış formlarına önem vermenizin fazla bir değeri yoktur. Namazda yüzünüzü şekil olarak doğuya ya da batıya döndürmeniz gerçek iman, gerçek birr ve iyilik değildir. Yani ruhsuz bir biçimde, sadece şekil olarak bazı dini formalite ve törenleri icra ederek dindarlık gösterisinde bulunmanız gerçek iman ve gerçek takva değildir.
Gerçek iman, bir takım hareketleri yapmak, şuraya, ya da buraya dönmek, Kabe’ye ya da Mescid-i Aksa’ya yönelmek, yatıp kalkmak değildir, diyor Rabbimiz.
6 ▬ Onlar gösteriş yaparlar.
Onlar namazlarını gösteriş için kılarlar, müraidirler. Karşılıklı müraileşirler insanlarla. O insanlara amellerini, namazlarını gösterir, insanlar da ona övgülerini, beğenilerini, alkışlarını, teveccühlerini gösterirler. İnsanlar duysunlar, görsünler, takdir etsinler diye namaz kılarlar. Yaptıklarının tümünü bu dünyada karşılığını görmek için yaparlar. Çevrelerinde kendilerini görebilecek kimse varsa namaz kılarlar, yoksa kılmazlar.
Allah’ın Resulü şöyle buyurur: Kim yaptığını duyurmak isterse mutlaka Allah onu duyurur.
Her kim ki yaptığı bir hayrı şöhret kazanmak için, teveccüh elde etmek için halka duyurursa, Allah onu rezil rüsva eder. Her kim ki halk nazarında bir mevki edinmek için işlediği bir hayrı halka gösterir, riyakarlık ederse kıyamet günü onun tüm sırlarını deşifre etmek suretiyle Allah da onu rezil edecektir.
Arkadaşlar, yaptığımız her şeyi sadece Allah için yapacağız. Sadece Rabbimizin rızasını bekleyeceğiz. Başkaları alkışlasın, başkalarının gözünde büyüyelim, başkaları nezdinde şöhretimiz büyüsün adına hiçbir hedefimiz olmayacak. Allah’tan başkalarının gözünde şöhrete kurban gitmemeliyiz.
Öyleyse tüm amellerimizi Allah için yapacağız. Namaz mı kılıyoruz? Allah için kılacağız. Birisine yardım da mı bulunuyoruz? Allah için yapacağız. İlim mi öğreniyoruz? Sadece Allah için öğreneceğiz. Allah için yaptığımız bir amele Allah’la birlikte başkalarını ortak etmeyeceğiz. Çünkü zaten böyle bir ameli Rabbimiz kabul etmiyor.
Yaptığımız amellerimizi sadece Allah için yapmalıyız, ona O’ndan başkalarını ortak etmemeliyiz. Tamam Allah için yapıyorum ama insanlar da görsünler, tamam Allah için kılıyorum ama insanlar da beğensinler, tamam Allah için veriyorum ama şunların şunların da gönülleri olsun, tamam Allah için okuyorum ama şu şu makamlara da geleyim, tamam Allah için anlatıyorum ama insanlar da alkışlasınlar diye yapılan amellerin hiçbirisini kabul etmeyeceğini ve bu konuda kendisine ortak ettikleriyle yarın o kişiyi baş başa bırakacağını, mükafatını ondan iste diyeceğini anlatıyor Rabbimiz.
Yemek yediriyoruz, insanları memnun etmek için değil sadece Allah için olmalı, elbise giyiniyoruz insanlar düzgün desinler diye değil, sadece Allah için, ev eşyası alıyoruz insanlar görsünler diye değil sadece Allah için. Yani tüm amellerimizi sadece Allah için yapmaya çalışacağız. Hem ziyaret, hem ticaret olmayacak. Çünkü içine Allah’ın rızasından başkası karışan her amel boşa gitmiştir. Hatta bundan da öte o amelin sahibi de helak olmuştur.
Yalnızken kıldığı namazla insanların içindeyken kıldığı namaz farklı oluyor değil mi? Ne yapmaya çalışıyor bu adam? Beled süresiyle diyecek olursak:
O, kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?(Beled Süresi 7)
Böyle yapan kişi, başkalarına gösteriş için mal harcayan, başkaları görsün diye namaz kılan kişi zannediyor mu ki kendisini kimse görmüyor? Yoksa hesabını buna göre mi yapıyor? Yoksa yaptığı o amelini Allah görmedi mi ki başkalarına da duyurmaya çalışıyor? Allah kendisini görmedi mi ki başkalarına anlatıp duruyor? Yoksa işlediği o amelinin mükafatını başkaları mı verecek? Yani kimin adına yaptı bu ameli de kimden mükafat bekliyor?
7 ▬ Onlar (eğreti olarak) basit şeyleri dahi vermezler.
Bir de Maunu menedenlere veyl olsun diyor Rabbimiz. Maun, zekattır demişler. Veya Maun, kap kacak, biber, tuz, iğne-iplik gibi kullanılıp geri verilmek üzere komşunun komşuya verdiği ödünç avadanlıklardır denilmiştir. İşte bunları da menederler. Elbette Allah’ı hesaba katmayan kişi O’nun mahlukatını da hesaba katmaz. Allah’ı ciddiye almayan kişi elbette mahlukatına hiç değer vermez. Allah’a karşı sorumluluk duymayan kişi elbette kullarına karşı hiç sorumluluk duymayacaktır. Allah’la iyi ilişki içinde olmayanın kullarla iyi ilişkiler içinde olması elbette beklenemez.
Maun, insanların kendisine ihtiyaç duydukları küçük ve değersiz eşyalardır. Zengin de olsa, fakirde olsa insanların birbirlerine karşı ihtiyaç duydukları eşyalardır. Tabi kendisine geri verilecek olan bu ufak tefek şeyleri bile insanlardan esirgeyen birisinin kendisine bir daha dönmeyecek olan zekatı vermesi zaten mümkün değildir. İhtiyaç anında komşusundan arabasını, telefonunu, tavasını tenceresini kıskanan bir adamın zekat gibi bir sorumluluğu reddedeceği kesindir.
Dikkat ederseniz önce bu adamların namazlarının bozukluğundan bahsetti Rabbimiz, sonra da bu insanların mala bakışlarının bozukluğundan söz etti. Çünkü namaz, bedenle ilgili tüm ibadetleri kapsar; Maun da malla ilgili ibadetleri kapsar.
Yani birisi bedensel kulluğu, ötekisi de mali kulluğu anlatır. Birisi kişinin bedeninde Allah’ı söz sahibi bilmesinin ifadesi, ötekisi de malında Allah’ı yetkili bilmesinin ifadesidir. İşte ahirete inanmayan kişinin böyle hem bedeni hem mali, hem bireysel, hem de toplumsal kulluk anlayışlarının bozukluğunu anlıyoruz. İşte tüm bunlar ahirete imanın bozukluğu sonucunda oluyor.
Kaynak: AliKüçük / Besairu’l Kur’an