İslam Dininin kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm, kendisinde bulunan prensiplerle sadece insanoğlunun ahiret alemindeki saadetini temin etmek için değil, aynı zamanda beşere dünya saadetini tattıracak esasları da vaz etmiştir. Diğer bir ifade ile, Kur’an’ın gayesi, insanoğluna her iki alemin saadetini temin etmektir. Demek oluyor ki, dünya ve ahiret işlerini beraberce yürütmek İslam’ın en mühim esaslarından biridir.
Daima ibadetlerimizde sıhhat aranır. Bu bakımdan, hayat, dini varlığın en mühim ve ilk unsuru olmaktadır. Ahiret ancak, Allah’ın dünyada bize vermiş olduğu nimetlerden faydalanmakla, yani emirlerine itaat ve yasak ettiği şeylerden kaçınmakla elde edilir.
Dinimiz, ne Yahudilik’te olduğu gibi dünyaya ve ne de Hristiyanlık’da olduğu gibi ahirete müteveccihtir. Kur’an-ı Kerım bu hususu şu ayetiyle en güzel ve adil bir şekilde halletmektedir:
▬ Allah’ın sana verdiği bu servetle ahiret konağını kazanmaya çalış, dünyadaki payını da unutma, Allah sana nasıl iyilik etti ise, sen de (başkalarına) iyilik ederek gözetle, ortalığı fesada verme, zira Hak Teala müfsidleri sevmez (1)
Bu manadan iktibas edilen “Dünya ahiretin tarlasıdır” sözü, Müslümanlar arasında bir darb-ı mesel şeklini almıştır. İslam’ın, insanoğlunun ahiret alemini kazanabilmesi için, sıhhat ve hayat şartlarını ön plana aldığını söylemiştik.
Yine İslam, gerek fert ve gerekse cemiyet hayatının düzgün bir şekilde devam etmesi için, malı hayatın ayrılmaz bir unsuru, adeta insana hareket düzeni veren sinir sistemi mesabesinde görür. İslam’a göre servet, insanoğlu için bir fitnedir, yani servet / para dünya hayatı için bir imtihandır.
O halde mal, insanoğlunu ıslah veya ifsat etme; hayır veya kötülüğe sevk etme yönünden bir imtihan olmaktadır. Ferdi, içtimai, siyasi ve dini düşmanlıkların hemen hemen en mühim sebepleri mal üzerine dayanmakta olduğu, herkesin ittifak ettiği bir husustur.
Şunu da unutmamak gerekir ki;
Mükellef olan insanoğluna verilen bu nimetlerin hepsi, Allah’ın rızasını taleb için bir vasıtadır, gaye değildir. Mahlukatın en şereflisi olarak yaratılan insana yaraşan şey, vasıta ile gayeyi birbirine karıştırmamak olmalidır. Esefle söyleyelim ki;
İnsanlık var oluşundan beri, vasıtayı gayeden ayırmakta güçlük çekmiş, Allah çeşitli Peygamberleri vasıtasıyla, insan kütlelerine hakikatleri beyan etmeye çalışmışsa da, her zaman ve her mekanda, malı gaye edinip ona taabbüd eder dereceye gelmiş insan yığınları eksik olmamıştır.
Mukaddes Kitabimiz Kur’an-ı Kerim, hemen hemen her süresinin müteaddid ayetlerinde, fert ve cemiyetleri mefluc bir duruma sokan mal hastalıklarını teşhis etmiş ve bu hastalıklardan kurtulmanın çarelerini ortaya koymuştur. Doktor elimize reçeteyi ve ilacı vermiş, geriye sadece ilacı kullanmaktan başka bir şey kalmamıştır.
Nedense gafil, zavallı insanoğlu, onu kullanmakta güçlük çekmekte veya kullanmak istememektedir. Çünkü insanın mal toplamaya geniş bir sevgisi vardır:
Allah Kur’an’da malı, hayır ve fadl ile isimlendirmiştir:
Allah Kur’an’da malı zinet kılmıştır:
Kaynak: Doç Dr: İsmail Cerrahoğlu / Diyanet İlmi Dergisi / Mayıs 1970 / bkz: 131-132
(1-Kasas Süresi 77) (2-Fecr Süresi 20) (3-Nisa Süresi 5) (4-Bakara Süresi 180) (5-Cum’a Süresi 10) (6-Kehf Süresi 46) (7-Nahl Süresi 5-8) (8-En’am Süresi 141) (9-Nahl Süresi 14)