1 ▬ Akaid adı verilen itikadi hükümler, yani iman esaslarıdır. Bu esaslar, bütün semavi dinlerde olduğu gibi, İslam Dininde de temel ve en mühim unsur sayılır. Çünkü, ibadetlerle ve her çeşit beşeri münasebetlerle ilgili olan “ameli hükümler”, İslam Dininin iman temeline dayanan binası sayılırlar.
“Ahlaki esaslar ve tavsiyeler” ise, din binasının çatısı, iman ve amelin meyvesi durumundadırlar. Beşeriyetin ceddi ve insanlık aleminin ilk Peygamberi Hz. Adem’den, kainatın efendisi, peygamberler zincirinin sonu ve altın halkası Hz. Muhammed’e (s.a.v) kadar gelip geçen bütün peygamberler;
Gönderildikleri milletleri, her şeyden önce, batıl itikattan ve sapık inançlardan kurtarmak için çalışmışlardır. Bu batıl inançların başında; kainatın yegane Halikı ve ibadete layık tek Mabudu ‘ olan Allahu Teala’nın Yüce Zatı ve mukaddes sıfatlan hakkındaki yanlış fikir ve sapık inanışlar gelmekteydi.
Bu sebeple, her peygamber, önce, Yüce Halikımız hakkında inanılması gereken kutsal esasları, sonra da diğer iman esaslarını öğretmişler, özellikle Yüce Allah, melekler ve ahiret gibi gaybi meseleler hakkında inanılması gereken itikad esaslarını bildirmişlerdir.
Kendilerine gönderilen peygambere inananlar, Allah’a, birliğine ve bütün kemalat ile mutfasıf olduğuna da inanmışlar, böylece Hak Dine girerek, peygamberleri etrafında toplanmışlardır. Bu, her peygamber devrinde,
Mesela; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa devirlerinde böyle olduğu gibi, beşeriyetin son ve en büyük Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v) ssr-ı saadetinde de böyle olmuştur.
Gerçek şudur ki, Peygamberimizin tebliğ ettiği İslam Dini, bütün dünya milletleri üzerinde tesirini gösteren ve birçok milletlerin mukadderatını değiştiren semavi dinlerin sonuncusudur, İslamiyet, bu dinlerin sadece sonuncusu olmakla kalmaz.
Çünkü o, daha önce gönderilen bütün İlahi dinleri de esas bakımından ihtiva eden ve onları kemale erdiren bir dindir. Muayyen bir millete değil, bütün milletlere hitap eden İslam’ın itikad bakımından getirdiği bir husus da, daha önce gönderilen peygamberlere ve ilahi kitaplara iman etmelerini, kendi saliklerinden istemesidir.
Bu sebeple Müslüman, bütün milletlere gönderilen peygamberlere ve onlara indirilen kutsal kitaplara ve sahifelere de iman eden kimsedir.
Halbuki bir Yahudi, yalnız İsrail Oğullarından gelen peygamberlere inanır; bir Hıristiyan yalnız Hz. İsa’ya ve Benî İsrail peygamberlerine inanır. Budda, Brahman ve Konfiçyüs gibi batıl dinlere inananlarda da durum böyledir.
Bir Müslüman ise, Müslüman olabilmesi için, Allah’a imandan sonra Hz. Muhammed’le beraber bütün hak peygamberlere, Kur’an-ı Kerim ile beraber Tevrat, Zebur ve İncil gibi bütün ilahi kitap ve sahifelere de kesin olarak iman etmesi gerekir.
Bu sebepledir ki İslamiyet, bütün semavi dinleri içine alan ve hepsine şamil olan en son ve en mütekamil bir dindir. Bu dinin mukaddes kitabı;
Nitekim bu konuda Maide Süresinde; “İşte bugün sizin dininizi sizin için kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetlerimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim (ondan razı oldum) (1)” buyurulmuştur.
Çünkü her şuur şekli gibi, beşerin dini şuuru da, asırlar geçtikçe yavaş yavaş gelişti ve İlahi bütün hakikatlerin beşeriyete teblîği de, İslam ile kemalini buldu; bu en şerefli hizmete, Yüce Peygamberimiz mazhar oldu.
O halde sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v), insanlığa tebliğ etmiş olduğu İslâmiyet ile, başta Allahu Teala’ya iman ve “Tevhid Akidesi” olmak üzere şu itikad ve iman esaslarını bildirmiş ve telkin etmiştir:
a ▬ Yüce Allah’a ve Birliğine imandan sonra, Bütün peygamberlere ve Bütün İlahi kitaplara inanmak:
Çünkü, Allah’ın lütfuna ve ilahi vahye mazhar olanlar, şu veya bu millet değildir. Bilakis vahy-i İlahi, her insanın, bilhassa ruhi ve ahlaki tekamülünde lüzumlu ve zarurî bir amildir. Bu sebeple vahy-i İlahi ve peygamberlik, bütün dünya milletlerine verilen İlahi bir nimettir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de;
İşte böylece din, İslamiyetle, sonsuz azaptan kurtulmak için, kabul edilmesi zaruri bir dogma olmaktan çıkmış, beşeriyetin akıl ve tecrübesine dayanan ilmi bir hüviyet kazanmıştır. Çünkü İslam Dini, ilmi ve akli esaslara uygundur. Onlarla çelişme halinde değil, bağdaşma ve birbirini teyid halindedir.
Yüce Rabbimiz tarafından Cibril-i Emin (Cebrail) vasıtasıyla sevgili Peygamberimize indirilen Kur’an-ı Kerim, insanlık alemine hak ve adalet, ahlak ve fazilet. ilim ve irfan öğreten, onlara birlik ve beraberlik ruhunu aşılayan, iman, ibadet ve ahlak esaslarını bildirerek, içtimai nizam ve huzuru sağlayan, insanları en güzel ahlaka ulaştıran ve böylece onları, dünyada da, ahirette de selamete, saadete eriştiren ilahi hükümleri ihtiva etmektedir,
İslam’ın bu kamil hükümlerine mukabil, mesela Yahudîler, peygamberliği yalnız İsrail Oğullarına hasreder ve Allah’ın vahyine kainatın Halık’ı, Yüce Rabbimizin İlahi nimetlerine kendilerinden başkasının layık olmadığını iddia ederler.
Hıristiyanların itikadları ise; “masiyet-i asliye” adını verdikleri, ” Adem (a.s)’ın zellesine dayanır. Bu inanca göre; her insan günahkar olarak doğar, ölünceye kadar bu günahın yükünü taşır, öldükten sonra da Allah’ın ebedi azabına müstehak olur.
İnsanın bundan kurtulabilmesi için günahkar olduğunu, beşeriyetin bu günahtan kurtulabilmesi için de, Allah’ın (haşa) oğlu sıfatıyla Hz. İsa’nın kendisini feda eylediğini hiç düşünmeden kabul etmesi zaruridir. İşte
Şirkin” bütün çeşitlerini ve Hıristiyanlığın teslisini yıkarak, tek bir Allah’a iman fikrini kurmuş, insanları tabiat kuvvetlerinin esîri olmaktan, kendi cinsinden olan yaratıklara tapma dalaletinden kurtarmış, Müslümanları, yalnız Hz. Muhammed’e değil, bütün hak peygamberlere, yalnız Kur’an-ı Kerim’e değil, daha önce indirilen bütün ilahi kitaplara da iman etmekle mükellef kılmıştır.
Ancak, bu mükellefiyet, semavi kitapların, tahrif ve tebdiline (bozma ve değiştirmeye) maruz kalmadan önceki İlahi asılları içindir.
b ▬ Bütün peygamberlere ve İlahi kitaplara imanın tabii bir neticesi olarak da, maddi olmayan, nurani varlıklara, yani meleklere iman etmeyi, onların, daima Allah’a ibadet eden, ilahi emirlerini aynen yerine getiren nurani yaratıklar, İlahi elçiler olduklarına inanmayı emretmiştir.
Çünkü bütün peygamberlere vahy, Cibril-i Emin adı verilen “Vahiy Meleği” vasıtasıyla gönderilmiştir. Gerçi Allah (c.c), peygamberlerine vahiy göndermek için melek gibi bir elçiye muhtaç değildir. Fakat, Sünnet-i İlahiyye böyledir. Yüce Allah öyle dilemiştir. O’nun her emrinde bir hikmet ve güzellik vardır.
Dinen sabit olan meleklerin varlığını insan aklı inkar edemez. Bu konuda akli veya ilmi hiçbir delil getiremez. Aksi halde, gözümüzle görmediğimiz ve bugün müsbet ilmin ve felsefenin mahiyetini bilmediği ruhumuzun ve aklımızın da varlığını inkar etmemiz îcabeder.
O halde, göremiyoruz diye inkar edemediğimiz ruh gibi, maddi olmayan manevi varlıklara, yani meleklere de inanmaya aklen mecburuz.
c ▬ İslam Dininin Peygamberimiz vasıtasıyla bütün beşeriyete kesin bir dille bildirdiği iman esaslarından biri, hatta İslam’ın (bütün semavi dinlerde olduğu gibi) Allah’a imandan sonra en çok üzerinde durduğu en mühim rükün, ahirete imandır. Yani ölümden sonra yeni ve sonsuz bir hayatın mevcut olduğuna inanmaktır.
Mesela Bakara Süresinde; “Allah’a ve ahiret gününe iman edip amel-i salih işleyen kimselerin Rableri yanında (büyük) ecirleri vardır… (4)” buyrulur.
Beş vakit namazın her rekatında okunan Fatiha Süresinde “Allah, (ceza ve mükafat verilen) din gününün Malikidir” denir. Bu suretle, her işin bir cezası ve mükafaatı olduğu, Müslümana daima hatırlatılır.
Bu hayatta yaptığı her işin, öbür dünyada hesabını vereceği ve mutlaka karşılığını göreceği fikri, insana telkin edilir.
Ölümden sonraki hayâaa niçin bu kadar önem verildiğinin sebebi açıktır. Çünkü insan, her hareketinin iyi veya kötü bir bedeli olacağına ne kadar çok inanırsa, insan o işi o kadar daha büyük bir istekle yapar veya ondan daha fazla kaçınır.
Ölümden sonra yeni bir hayat olduğuna inanmak, burada yapılan her hareketin ne kadar gizli de olsa, orada bir karşılığı, ceza veya mükafaatı olacağı fikrini doğurur; bu iman, insanı, hem iyiliğe sevk eder, hem de kötü ve vicdansız hareketlerden alıkoyan en büyük amil olur.
Ahiretin varlığı ve ona iman, ilahi adaletin bir icbıdır. Çünkü böylece, bu dünyada cezasız kalan zalimlerin cezası, mükafaat görmeyen mazlumların; sabırlı, fakir müminlerin mükafatı öbür dünyada verilmiş olacaktır.
Buraya kadar kısaca işaret ettiğimiz;
Saydığımız bu beş iman esasından başka, “İslam’ın Amentüsü”nde 6. esas olarak yer alan Kader’e, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman, Peygamberimizin birçok sahih hadislerinde ve özellikle meşhur İman, İslam ve İhsan hadîsinde yer almış; bazı ayetlerde, her şeyin ilahi takdire tabi olduğuna işaret buyurulmuştur.
Ehl-i Sünnete göre, Allah-u Teala’ya ve mukaddes sıfatlarına iman, kaza ve kadere imanı da gerektirir.
Her şey, Allah’ın ezeli ölçü ve takdirine uygun olarak, zamanı gelince Allah tarafından yaratıldığına göre, kaza ve kadere iman gerekir. Bu inanç, insanı cebre götürmez. Çünkü insan hür, bir cüz’i iradeye sahiptir, ilm-i ezeli meçhul olduğundan, bu ilim, kadere inanan insanın meçhule tabi olmasını gerektirmediği gibi, hür iradesi ile yaptığı işlerde külli iradenin dışına çıkmasını da gerektirmez.
Allah, her şeyin Halık’ıdır. Fakat insan, kendi cüz’i iradesini ve kudretini sarfederek yaptığı işten (kesp nazariyesine göre) sorumludur. O halde, insan tedbirde kusur ederek, ilahi takdire bühtan etmemelidir. Çünkü: “Kazaya rıza, esbaba tevessüle mani değildir.“
Garpta ve Hıristiyanlar arasında mevcut olan koyu cebriyeciliğin İslam’da yeri yoktur, İslam’ın reddettiği koyu cebriyecilik, birinci hicri asırda görülmüşse de, kısa bir zaman sonra münkariz olmuştur. Burada bir hususu belirtmek isteriz:
Bütün dinlerde olduğu gibi İslam’da da esas, iman olduğundan, iman esasları zaman ve mekana göre asla değişmeyen, kesin dini esaslardır. Bütün peygamberler bu esaslarda ittifak halinde olup, hepsi de bu itikadi esasları tebliğ etmişlerdir
İşte Arapların ve diğer milletlerin böylesine sapık ve batıl itikadlara saplandığı bir devirde sevgili Peygamberimiz gelmiş, İslam’ın tevhid güneşi ruhları ve kalpleri aydınlatmış, şirki, küfrü ve dalaleti gönüllerden söküp atmıştır.
Peygamberimiz, getirdiği ve beşeriyete sunduğu “tevhid akidesi” ile, Allah’tan başka İlah olmadığını Hak Teala’nın her yönden ehad, yani bir olduğunu, şerik ve naziri (ortak ve benzeri) bulunmadığını açık ve kesin bir dille ilan etti.
Bütün insanları, her şeyden önce Allah’ı birlemeye, O’nun Zatında ve Sıfatında bir, eşsiz ve benzersiz olduğuna, yani mutlak Tevhid’e davet etti. Hak Teala’nın, ibadete layık tek Mabud olduğunu, yalnız O’na ibadet edilmesi gerektiğini anlattı.
Sevgili Peygamberimiz Mekke devrinde, özellikle Mekkeli müşriklere, genellikle Araplara bu gerçeği, yani Tevhid akidesini anlatmaya ve şirkin her nevini yıkmaya büyük önem verdi. Bütün insanları, Yüce Allah’a imana, O’nun ibadete layık eşsiz ve benzersiz bir tek Mabud olduğuna inanmaya çağırdı.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de şöyle buyuruldu: “Hepinizin İlahı, (ortağı ve benzeri olmayan) bir tek Allah’dır. O’ndan başka İlah yoktur. Rahman ve Rahimdir (5)“
“Allah (O Allah’tır ki), kendinden başka hiçbir İlah yoktur. (Ezeli ve ebedi bir hayat ile) diridir. (Zatıyla ve kemaliyle) kaaimdir (6)“
Çünkü Yüce Allah, bütün alemlerin, bütün varlıkların ve bütün milletlerin Rabbidir. Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemale erdiren yalnız O’dur. O’nun ortağı, yaratıcısı, oğul veya kızları yoktur.
Bu husus “İhlas Süresinde şöyle açıklanır: “De ki: O Allah ki, birdir, samed’dir. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun eşi ve benzeri de olmamıştır.”
Çünkü Allah (c.c), Zatında, Sıfatında bir, iradesinde muhtar, alemlerin tek ve eşsiz yaratıcısıdır. İşte bu akide; İslam’da ve bütün semavi dinlerde müşterek olan Tevhid Akidesinin özetidir. Bu sebeple, İslam’ın bütün açıklığıyla ilan ettiği iman esaslarının ve dîni inançların temelini teşkil eder.
Zira her insan, “Kelime-i Tevhid”in bildirdiği şu iki gerçeğe inanarak, onları kendi irade ve ihtiyariyle kabul ettiğini diliyle ikrar ve kalbiyle tastik ederek Müslüman olur.
Bu iki esas bütün İslam akaidini cemeden ilahi bir sözdür. Hak Teala’yı birlemenin, üç mühim rüknü vardır:
buyurulmuştur.
Yüce Allah’ın yerlerin ve göklerin, hulasa her şeyin yaratıcısı olduğuna delalet eden pek çok ayetler vardır. Netice olarak deriz ki;
Kısaca belirttiğimiz bu tevhid nevilerinin her birini ve Allah’ın Vahdaniyet sıfatını ispat eden birçok akli ve nakli deliller vardır. Bunlar için mufassal ilm-i kelam kitaplarına müracaat edilmelidir. Biz burada; akli delillere ve kainatın muhkem nizamına, dolayısıyla “kainatın yaratıcısının bir olması gerektiğine” delalet veya işaret eden üç meşhur ayeti zikretmekle yetineceğiz.
İşte İslam’ın sevgili Peygamberimiz vasıtasıyla getirmiş olduğu “Tevhid akidesi” Allah’a iman eden insanları, kudret ve azameti karşısında hayrete düştüğü varlıklar ile, korkarak boyun eğdiği tabiat kuvvetlerine ve bazı hayvanlara ibadet etmekten kurtardığı gibi, esaretlerin en korkuncu olan bazı insanları bir nevi Rab edinerek onların arzu ve isteklerini her şeyden üstün tutmaktan, yani kendi cinsinden olan insana esir olmaktan da kurtarmıştır.
Böylece Peygamberimiz İslamiyet’le, dünyaya akıl, ruh ve ahlak sahalarında olduğu kadar, fiziki sahada da tam bir istiklal ve terakki müjdelemiş, “Tevhid Akidesi” ile bütün insanların “Tek bir Mabudu” olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin bir ana ve babadan, yani bir asıldan geldiğini ifade ederek, “Beşer Irkında Birlik” fikrini telkin etmiştir
Yüce Allah, bizleri Tevhid akidesinden ve İslam esaslarından ayırmasın, Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, sonsuz rahmetine, Peygamberimizin (s.a.v) şefaatine mazhar buyursun
Amin.
Kaynak: Doç Dr: Ali Arslan Aydın (Din işleri Yüksek Kurulu Üyesi Konya Y. İslam Ens. Kelam Öğretmeni) / Diyanet İlmi Dergisi / Haziran 1970 / bkz: 56-63
(1-Maide Süresi 3) (2-Yunus Süresi 47) (3-Fatır Süresi 24) (4-Bakara Süresi 62) (5-Bakara Süresi 163) (6-Bakara Süresi 255) (7-Bakara Süresi 21) (8-Nisa Süresi 36) (9-Enbiya Süresi 22) (10-Mü’minun Süresi 91) (11-İsra Süresi 42-43)