Bir cemiyetin saadet, huzur ve emniyeti için o cemiyet ferdlerinin hepsinin birden ve gönülden uyacağı adil bir esasın bulunması lazımdır, zaruridir. İnsan ne kadar büyük güç ve kudrete sahip olursa olsun yalnız başına yaşayamaz, insan medeni olarak yaratıldığından cemiyet içerisinde yaşamak zorundadır.
Zira insan, kendi ihtiyaçlarını ve hayatı için lüzumlu her şeyi yalnız başına karşılamak gücüne sahip değildir. İhtiyaç, ona cemiyet içinde bulunma zaruretini hissettirir. Kendisi gibi başka insanların arasına katılmak, karşılıklı olarak ve meşru bir ölçü içerisinde maddi ve manevi faydalar mübadelesinde bulunmak insan için bir zaruret olur.
Böyle olunca insan fertlerinin refah bulmaları, mesud olmaları için cemiyet halinde yaşamaları gerektiği katiyyetle sabit olur. İnsan oğlunun dünyaya gelişinden bugüne kadar da durum böyle olmuştur.
İnsanların cemiyet halinde yaşamaları zaruri olduğuna göre sadece bir arada bulunmaları, saadet, huzur ve emniyetleri için kafi midir?
Elbette değildir. Sadece bir milletin mensubu, bir cemiyetin ferdi olmak da istenen huzur ve saadet için yeterli değildir. Hatta ferdlerin sadece bilgi ve servete sahip olmaları da cemiyetin her bakımdan huzur, emniyet ve saadete erişmesi için kafi gelmemektedir.
Eğer yalnız başına bunlar dünya hayatı bakımından huzur ve mutluluk için yeter olsaydı, bunların olduğu yerlerde cemiyetleri muzdarip eden hadiseler, görülmezdi. Milletlerin içtimai durumlarına dikkatle nazar edildiği zaman geçmişte de olduğu gibi günümüzde de içtimaiyatçıları (sosyologları) düşündüren, aklı erenleri müteessir eden, milletleri muzdarip kılan hadiseler eksik, olmamıştır.
En küçük cemiyetlerde bile az veya çok nispette huzuru selbedecek hadiseler görülmektedir. Teknik terakkinin ilerlemesi bunları önlemek için hiçbir zaman yeterli olmamıştır.
Cemiyet içerisinde başkalarının haklarına tecavüz eden, kendi kardeşlerini bile ızdıraplara sürükleyen, milletin, devletin malını korumayan, manevi değerlerine bir hiç uğruna hürmetsizlik eden kimseler eksik olmamakta, bütün bir milleti bilerek veya bilmeyerek huzur ve sükundan mahrum etmeye çalışanlar bulunmaktadır.
Günümüzde dahi bu nevi davranışların bulunması, zaman ilerledikçe azalmak şöyle dursun, çoğalması gösteriyor ki insanın refahı, huzur ve emniyeti için sadece bir milletin ferdi olmak, o milletin teşkil ettiği cemiyetin bir uzvu bulunmak kafi değildir.
Bir cemiyetin saadet, huzur ve emniyeti için o cemiyet ferdlerinin hepsinin birden ve gönülden uyacağı adil bir esasın bulunması lazımdır, zaruridir. O yüce esas, haksızı haksızlık yapmaktan alıkoymalı, haksızlığa uğrayanın hakkını sıyanet etmeli, bütün cemiyet fertlerini birbirlerine sevdirilmeli, onları bütün davranışlarında mutedil olmağa sevk edilmeli, hayatın her safhasında itidal haddini aşmaktan (ifrat ve tefritten) onları korumalıdır.
Ancak böyle bir esas, böyle bir prensiptir ki ruhları, gönülleri kötülüklerden uzaklaştırır, cemiyet ferdleri arasında husumeti (düşmanlığı) bertaraf ettirir, onların aralarında hakiki bir kardeşlik tesis eder.
Böyle bir esas, bir milletin ferdlerini sadece kendi aralarındaki münasebetlerinde değil aynı zamanda başka cemiyetlere hatta düşmanlarına karşı bile adil ve insanî bir tarzda davranmayı, atidâl ölçüsünü hiçbir zaman aşmamayı onlara temin eder.
İşte bu esas, insanın, bütün yaptıklarının hesabını Allah huzurunda, ahiret gününde vereceğine, Allah-u Teala’nın onun bütün duygu, düşünce ve hareketlerine agah olduğuna inanmış olmaktır.
Böyle bir esas, HAK DİN’dir.
Başka bir müessesenin böyle bir imanın yerini almasına, onun ferd ve cemiyetlere sağladığı huzur, emniyet ve saadeti temin edebilmesine imkan yoktur, insan buluşlarının bu kadar ilerlemiş olmasına rağmen;
Ferd olsun, cemiyet olsun insanların vicdanına huzur verecek ve o vicdanları temiz tutup, onlara hakim olabilecek, dinden başka bir kanun henüz keşfedilmemiştir ve ilelebet keşfedilmesine de imkan mutasavver değildir.
Çünkü, dinin hakiki vazıı kudret-i mutlaka sahibi olan Allah Teala’dır. Şair ne güzel demiş:
Bu din insanların tabiatlarını, karakterlerini tanzim eden ve o tabiatlara gerçek manada hayatiyet veren; ruhları, gönülleri arındıran, onlari rezaletlerden, bayağılık lekelerinden temizleyen ve bu duygu sahiplerini hayra (her çeşit iyiliye) sevk eden İlahi bir kanundur.
Din, öyle bir kuvvettir ki, cemiyet fertlerini kindarlıktan, birbirlerini aldatmaktan, nifaktan, makul hadleri aşmaktan, birbirleriyle oian insani münasebetlerini kesmekten uzaklaştırır. Bu din, adaleti, eşitliği, doğruluğu, emanete riayeti, ihlas ve samimiyeti, vefakarlığı cemiyet fertlerine emreder, ona riayetkar olanları her bakımdan yükseltir, terakkinin zirvesine eriştirir.
Semavi dinlerin hepsi aslı itibariyle tevhid akidesini müstenide olduğundan bu yüksek esasları telkin konusunda müttefiktirler. İslamiyet, beyanlarının açıklığı, hüccetlerinin kuvveti, beşeri maslahat ve ihtiyaçları en makul bir şekilde halletmiş olmakla mümtaz kılınmış ve son din olarak gelmiştir.
İslam, öyle bir dindir ki, akl-ı selime hitap eder, dimağları ve gönülleri okşar, duygu ve düşünceleri birleştirir, onlara ruh verir. Çünkü bu dinin temeli tevhid, ruhu samimiyet ve muhabbet, şiarı hakkaniyet, adalet, müsamaha, iyilik, temizlik ve merhamettir. Din, insanların gönüllerine içtimai yardımlaşma, birlik ve beraberlik duygularını yerleştirir ve bu duyguların hayatta filizlenip gelişmesini sağlar.
Bu yüce esas, her emrinde, insanları yaptıkları işlerde anarşiye ve sıkıntıya sürüklenmekten korur, hayatın bütün safhalarında yapılacak maddi ve manevi menfaatler mübadelesinde cemiyetin huzurunu hedef alır. Cemiyet fertlerinden birinin diğerine üstünlüğü, ancak takva ve ahlakî faziletler ile olabileceğini telkin eder.
Filhakika cemiyetlerde huzur ve emniyeti sağlayacak esaslar ve onları tatbik mevkiine vaz edecek görevliler vardır ve olması tabiidir. Ancak cemiyet fertlerini birbirine yardımcı kılan, şerir kimseleri kötü düşüncelerden uzaklaştıran, kanunların yetişemediği, insanların bilemediği yerlerde dahi fertlerin vicdanına hakim olan ve onları doğruya sevk eden manevi bir meşaleye zaruret vardır.
Bu meşale ile kalbi aydınlanan kimseler, yapacakları (iyi veya kötü) her işten sorumlu olacaklarını, yaptıkları en küçük iyiliklerin mükafatsız, kötülüklerin de karşılıksız kalmayacağını bildiklerinden içtimai hayatın huzur ve sükunu için görevlerini yerine getirmekten çekinmeyeceklerdir.
Cemiyetlere huzur veren, milletleri mesut kılan yükselmeler bu yüksek duygu gönüllerine hakim olan insanların varlığı ile olmuştur. Fakat insan cemiyetlerini felaketlere, ızdıraplara sürükleyen de bu yüksek duyguyu yok etmeye çalışan kimseler olmuştur.
Ferdin huzuru, cemiyetin saadet ve emniyeti de bu yüksek duygunun gönüllere hakim olmasına bağlıdır. Böyle olunca inanan, aklı eren her insan, mensup olduğu cemiyetin huzur ve selametinde, millet ve memleketinin her alanda yükselmesinde kendisinin vazifeli olduğunu ve yeteri kadar çalışması lazım geldiğini düşünür, onun için de her şeyden önce vicdani sorumluluğunu her an hasrında tutar. Çünkü, insan başıboş olarak yaratılmamıştır
Huzur-u İlahi’de hayatının muhasebesi yapılacağı bir gün (ahiret günü) gelecektir. Böyle mümtaz kimseler sadakalarının, vicdanlarına hakim olan HAK DİN’in sesine kulak vermiş olmanın mükafatını dünyada da, ahirette de bulacakları şüphesizdir. Cemiyet hayatının huzur ve ahengi için ferdlerin bu inanca sahip olmaları bir zarurettir. Tevfik Cenab-ı Hak’tandır
Kaynak: Lütfi Doğan / Diyanet İlmi Dergisi / Ocak 1971 / bkz: 3-6