Daha evvel gelen dinlerin mensupları, peygamberlerini Tanrılaştırdıkları için, Cenab-ı Hak muhafazasını taahhüt ettiği Kur’an-ı Kerim’inde bilhassa Müslümanların bu noktayı göz önünde bulundurmaları için;
“Ey Muhammedi! Sen onlara de ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım. Hakk’tan bana vahiy olunan hükümleri tebliğ eylerim (1)“4 mealindeki ayet-i kerime ile, ve; “Muhammed bir elçiden başka bir şey değildir, Candan evvel de peygamberler gelmiştir (2)” Nass-ı Celîli ile de kendilerinin Kureyş kabilesinin, Haşimi kolundan risalet vazifesiyle seçilmiş mümtaz bir insan olduğunu açıkça beyan buyurmuştur.
Bu mukaddimeye şu noktadan lüzum görüyorum:
Asırlar boyu Müslümanlar arasında tabii olarak devam eden Resul-i Mücteba Muhammed Mustafa (s.a.v.) Muhabbeti vecd ve heyecan-ı dinî saikasiyle bazı kalplerde aşk ve cezbe halini almış ve bunu söz ve yazı ile dile getirmişlerdir.
Bu şuur altı yüksek cezbenin imana halel verecek bir bir tecellisini görmekteyiz. Bu söz ve yazılar hiçbir kötü maksat, yani Din-i İslam’a rahne açmak gibi korkunç, gizli emellerle olmayıp derin bir safvet-i dervişane ile söylenmiş ve yazılmış olsa da yine ayağın kayacağı bir tehlike olmak endişesinden kurtulamaz.
Mesela:
Ahad, yani Allah, Ahmed’dir, yahut onda tecelli etmiştir. Aralarda bir mim farkı vardır ki, bütün kainat o mim’in mahsulüdür. Bu beyit İran mutasavvıflarından bir şairin şu beytinden tercüme edilmiş olacak:
Vaktiyle bu Farisi beyti okuduğum zaman bu mim’in ne olduğunu merak etmiş, tanıdığım erbab-ı kemalden istizahda bulunmuştum; tatminkar bir cevap alamadım. Edremit’te vazife ile bulunduğum zamanlar, “Civardaki Zeytinli köyünde Fevzi Efendi vardır, Bektaşi canlarından okumuş bir şairdir. Bir kere de onunla görüşseniz” dediler. Bir gün ziyaret ettim, mütalaalı şair bir zat idi. Şöyle bir tevcihte bulundu:
Hemen her okur-yazarın bildiği hadis diye şöhret bulan bu söz, büyük mutasavvıflarımızdan Ruhü’l-Beyan tefsirinin sahibi allame Bursalı İsmil Hakkı merhum, “Kenz-i Mahfi” adlı müstakil bir eserde, bu sözü muhaddislerce hadis olarak kabul edilmediğini beyan ettikten sonra, mükaşefe yoluyla hadis olduğu sabittir der.
Ulemâ arasında keşif, esbab-ı ilimden olmadığına göre ihticacı mümkün saymazlar. Buna benzer edebiyat-ı Sufiyyede, birçok ebyata tesadüf edilmiştir. Bu mefhum muhtelif şekillerde işlenmiştir.
Vaktiyle Muallim Naci merhum, gazetesinde bir “Na’t” müsabakası açmıştı. Birçok şairler iştirak etti. Tetkik encümeni neticede “Bir Muhammedi” imzasıyla Mirsad’da neşredilen na’ta birinciliği tanıdı. Bir zaman sonra na’tın Naci tarafından müstear isimle yazıldığı anlaşıldı. O na’tın içinde mesela;
Ve:
gibi Resulullah’a karşı izhar edilen muhabbetin iman çerçevesini zedelemek tarzındaki endişeler uzak değildir. Merhum üstadımız Ferid Kam’ın bir na’t-ı şerifinde;
Ve:
ve emsali coşkunluklara rastlanır. Vakıa bir kısmına tevîl yolu belki bulunabilir. Fakat tevîle mantıki imkan bulunmayan yerler halk için mezlaka-i akdam olur.
Mesela: Naci’nin “Mekaali her dil-i agah için Kur’an-ı sanidir.” mısrası, “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir (3)” ayet-i kerimesiyle kolaylıkla tevîl vechi bulursa da Kur’an olmayan ahadis-i şerife, “Mekaali” kelimesinin içinde mündemiç bulunduğuna göre yine sakıncadan hali değildir.
Keza Ferid Bey merhumun;
Senin zatında güya Hak Teala ya Resula’llah” mısrasında ki güya kelimesinde tevriye vardır. Bildiğimiz ve Türkçede kullandığımız sanki manasındaki güya ile Farsçada güften mastarından söyleyici manasını ifade eden (güya) mefhumunu kastederek tehlike bertaraf edilmek istense de, erbab-ı takva böyle söylentilerden şiddetle girizandır.
Biz Kur’an-ı Kerim’in tavsif buyurduğu Resulullâh’a kendimizden sıfatlar izafe etmeye kalkarsak birtakım tehlikeli kanaatlara yol açmış oluruz.
Kur’an-ı Kerim, bize Efendimizin “Üsve-i Hasene” en güzel örnek olduğunu beyan buyurmuş ve ona inanmamız istenmiştir. Allah, Risalet vazifesini hakkiyle ifa ettiği için kendisine lütuf ve rahmet ettiği meleklerin de bu hususta niyazda bulunduğunu bütün iman edenlerin de makam-ı şükranda kendilerine salat-ü selâm etmelerini ferman buyurmuştur.
Hulasa, Kur’an-ı Kerim‘e nazaran Halık ve mahluk mefhumlarını gözönünden ayırmayarak eşref-i mahlukatın ser-efraz-ı güzini İmam-ı Enbiya Efendimize hürmet ve mahabbetimizi yalnız elfaz-ı mübeccele ile değil, ef’al-i mesnune ile göstermek ve O’na layık ümmetin efradı arasına bi-hakkın katılmakla mümkündür.
Lisan erbabınca malumdur ki, Arapçada “Zühd” kelimesi (min) ve (an) harf-i cerleriyle mütebayin manaya gelir. Ve tasavvufta kullanılan zühd manasıyla ilgisi yoktur.
Tasavvuf ıstılahında Zühd kelimesi, eslafın vaz’ ettiği manadan uzaklaşarak adeta ruhbaniyyet manasına yakın bir anlama sevkedilmiştir.
İslam’da Rahbaniyyet manasına zühd yoktur. Yani zühd, halktan uzaklaşıp kendini düşünmek demek değildir. Bu suretle Allah’a yaklaşmak isteyenler bilakis Allah’ın rızasından uzaklaşırlar.
Ne nübüvvetten evvel emr-i Hak’la mazhar-ı ilham olmak için Hira dağına çekilmeleri, ne de arasıra Kur’an-ı Kerim’in emri mucibince ayat-ı ilahiyeyi tefekkür ve tezekkür için geceleri yalnız kalmaları herkesin anladığı manasa zühd değildir.
Takvasına gelince, takva: Her işte Hakk’ın rızasını aramak olduğuna göre, Fahr-i Kainat Efendimiz bütün müttakilerin ser-efrazı ve ünmuzec-i mefharetidir. Her devirde, herkes kendi zamanına ve işine göre O’nun emirlerini yerine getirmesi, O’na hakkiyle uyması takva demek olur.
Kur’an-ı Kerim’e nazaran takva ayrıca işlenecek bir konudur. Binaenaleyh; “Senin vazifen ancak tebliğdir””, “Seni bir müjdeci ve akıbetten uyarıcı olarak gönderdik”, “Sen onlara tebliğ et, öğüt ver. Senin vazifen tebliğdir. Zorlayarak cebren kabul ettirici değilsin” meallerindeki ayet-ı kerime, Risalet vazifesinin özü, tebliğden ibaret olduğunu beyan buyurmaktadır.
Kaynak: Mahir İz / Diyanet İlmi Dergisi / Haziran 1970 / bkz: 111-114
(1-Fussilet Süresi 6) (2-Al-i İmran Süresi 144) (3-Necm Süresi 4)