Fil Süresi; Kur’an-ı Kerim’de ki sıralamaya göre 105. nüzul sıralamasına göre 19. süredir ve Mekke’de nazil olmuştur. Toplam 5 ayettir. Adını sürenin birinci ayetindeki fil kelimesinden almıştır. Ebrehe
Sürede özetle Allah’la, Allah’ın ayetleriyle, Allah’ın yasaları ve sistemiyle savaşa tutuşan, Allah’ın yeryüzünde en büyük ayetlerinden birisi olan Kabe’yi yıkmak, yok etmek böylece yeryüzünde Allah’a kulluk sembolünü silip süpürerek Allah’a kulluğu bitirmek isteyen azgın bir insanın, şımarık bir tağutun filler desteğindeki güçlü ordusuna karşı, yaratıklarının en zayıfı olan kuşlarla Rabbimizin gerçekleştirdiği bir operasyonun gündeme getirilerek Allah’ın gücünün, kudretinin ortaya konulduğunu görüyoruz. Böylece kıyamete kadar Allah düşmanlarına, din düşmanlarına en büyük ders, yine Allah dostlarına da en büyük destek söz konusu ediliyor.
Fil Süresi sanki daha önce tanımaya çalıştığımız Rabbimizin ahiretteki azabının gündeme getirildiği Hümeze Süresinin bir devamı ve uzantısı gibidir. Hümeze Süresinin son ayetinde Rabbimiz: “Onlar için büyük bir azap vardır” buyurarak kafirlere hazırladığı ahiret azabından söz etmişti. Burada da Allah, düşmanlarını dünyada nasıl helak ettiğini göstererek, anlatarak ahirette sözünü ettiği o azabın gerçekleşmesinin mümkün olduğuna delil getiriyor.
Fil Süresinin Konusu: Ebrehe, Fil ordusu, Kabe ve Kureyş’tir. Ebrehe, Yunanca’da Abraham, Habeş lisanında Ebrehe, Arap dilinde de İbrahim demektir.
Bu cihana iki İbrahim gelmiştir. İki İbrahim gelip geçmiştir bu dünyadan
Bu İbrahimlerden birisi tevhidi dinin nebisi, İbrahim’i dinlerin nebisi, Hanif dininin peygamberi, şirk dinlerinin temizleyicisi, bizim peygamberimizin atası ve bizim atamız olan İbrahim’dir.
Öteki İbrahim de tevhid dinini ortadan kaldırmak için gelmiş ve kıyamete kadar bunun için sa’yeden müşriklerin ve kafirlerin atası olan Ebrehe’dir.
Hz. İbrahim Allah’a kulluk kavgası verirken, ötekisi de Allah’la savaşın kavgasını veriyordu. Birisi Allah’a kulluk sembolü, Allah kullarının kıblesi Kabe’yi inşa ile, kulluk temellerini ihya ile meşgulken, diğeri de onu yıkmaya sa’y ediyordu.
Bir sonraki sûrede gelecek, birisi bu Beytin Rabbine kulluk ederken, ötekisi de başka beytlerin Rabbine, ya da kendi yaptırdığı binaya, yani kendi heva ve hevesine kulluk ediyordu. Ya da paraya kulluk ediyordu.
Yemen’in San’a bölgesinde bulunan Ebrehe, burada Bizans hükümdarını ve Habeş kralını kandırarak bir krallık kurmak istiyordu. Bir numarayla ordu komutanı Aryat’ı öldürerek sonunda Yemen’e hakim oldu. Zamanla Yemen’de müstakil bir kral olup formalite icabı arkasında güç olarak Bizans’ın varlığından ötürü Habeş kralı Necaşi’yi otorite olarak tanımaya ve ona itaatkar görünmeye devam eden bir yağcıdır.
Bu sahtekarlığı ve yağcılığı Mağrip seddini tamir ettirip açılış törenine çağırdığı protokol erbabına yaptığı hitabe ve oradaki kitabeden de anlaşılmaktadır. Kendilerinden çekindiği Bizans ve Habeş hükümdarının arzu ve planları doğrultusunda:
Bu iş için ilk defa Sana’da Kuleys veya Kalis adında bir kilise inşa ettirir. Altınlarla süslediği bu muhteşem binanın gerçek Kabe olduğunu ilan ederek insanların ziyaret için buraya gelmelerini emreder. Bu kiliseyi merkez yaparak ziyaret için buraya gelmeyen bölgedeki Araplara düşmanlık ilan eder. Bunun sebebi de esas planına zemin hazırlamaktı. Böylece Arapları tahrik etmek ve sonunda Kabe’ye saldırısını meşru hale getirmek istiyordu. Bu baskı sonucunda beklediği oldu.
Ebrehe’ye kızan Araplar gidip o kiliseye pislerler veya bir komployla Ebrehe bizzat kendisi pislettirerek düşmanlığını icraya zemin hazırlar. Böylece 570 yılında 13 fil ve 60.000 kişilik güçlü bir ordu hazırlayarak Kureyş’i ezmeyi ve tüm Araplara göz dağı vererek Kabe’yi yıkmayı, kıbleyi değiştirmeyi ve Yemen’in San’a şehrini merkez yaparak ekonomik güce ulaşmayı hedefler.
Aslında Ebrehe’nin planı farklıydı. Ebrehe’nin yapmak istediği, zahirdeki gibi Hıristiyanlığı yaymak değildi. Ebrehe’nin temel hedefi kıbleyi değiştirmekti. Kıble insanların hayatlarının ana hedefi, yönelişlerinin odak noktasıdır. Kişi kıblesine göre hareket eder. Kişi neyi kıble edinmişse ona doğru yönelir, ilgi alanını ona doğru çevirir. Kişi kıblesine göre hareket eder.
Hayat programını, dinlenme ve çalışma zamanlarını, kabul yada retlerini, sevgi ya da nefretlerini, iyi, kötü damgalarını kıblesine göre ayarlar. Yani insanlar kendilerine kabul ettirilen kıblelerine göre tüm hayatlarını ayarlamaya çalışırlar. İnsanlar kendilerine neleri kıble edinmişlerse ona doğru yönelirler, onunla ilgilenirler, ilgilerini ona doğru döndürürler. Kıble, insanların hayatında gerçekten çok önemlidir. Çünkü kıble hayatın mihveridir.
Bir ara İstanbul’da Abdulhamid’in mezarını ziyarete giden gençleri gören bir İslam düşmanı bu memleketin kıblesini değiştirmeyi hedefleyen adama bu durumu anlatarak şikayette bulunur.
Gerçekten de değiştirdiler kıblemizi…
Mesela; kişi dünyayı kıble edinir, dünyaya bağımlılığı kıble haline getirirse, dünyada ebedi kalacakmış gibi bir hayat anlayışına kapılır ve yönelişini dünyaya çevirirse elbette böyle bir kıble, böyle bir yöneliş o kişiye muhkem binalar, villalar, saraylar, köşkler yaptıracak ve bunları çoğaltmanın, dünyayı kucaklamanın kavgasını verdirecektir.
Ama ahireti kıble edinmiş insan, ahirete yönelmiş ve her an öleceğini düşünen insan yani savaş insanı elbette kıblesi gereği bunlarla uğraşacak zaman bulamayacaktır veya eğer bir ülkede spor kıble haline gelmişse, yani insanlar spora yönelmişler, onu ilgi alanına koymuşlarsa elbette o insanların hayatları ona göre şekillenecek ve bu insanlar yüz binlik beşiklerde uyutulmak zorunda kalacaklardır.
Çarşambayı mutlaka spora ayırın diyen, kavalı elinde bulunduran adamın niyeti de her halde bu yüz binlik beşiklere gömülmedik bir tek insan bırakmamak ve kendi işini kolaylaştırmaktır. Elbette spora yönelir ve onu kıble edinirse insanlar, uyutulmayı da hak edeceklerdir. Ama onu kıble edinmeyen, ona yönelmeyen bir insan için değil dünya çapında, evren çapında veya galaksiler arası bir maç bile yapılsa, dönüp bakmayacaktır ve yüz binlik uyku tulumları da kapanıp gidecektir. Kıbleye göre şekillenen hayatın aksesuarıdır bunlar.
Ebrehe’de ta Sana’da o mabedi inşa ettirirken amacı, kıblesi Hıristiyanlık değildi. Esas hedefi tüm hayatın kıblesini Kabe’den Sana’ya döndürmekti. Böylece ekonomik ve siyasal gücü eline geçirecekti. Öyleyse Ebrehe’nin kıblesi paraydı, dünyaydı, dünyalık elde etmek ve karnını şişirmekti.
Ebrehe insanların kıblelerini değiştirmek istiyordu. Ama tabii insanların dinlerini tümüyle değiştirmek değildi bu. Zira zaten o dönemde din hayatın tümüne karışmıyordu. İşte parayı kıble edinen, dünyaya yönelip madde planında sapıtan Ebrehe, tüm plan ve programını ona göre yapacak, her şeyi parada ve ekonomide görecekti. Bunun için de insanlar artık ziyaret için Mekke’ye, Kabe’ye gitmeyecekler ve Yemen’in Sana şehrine gelecekler, insanların kıbleleri değişecek, kervanların yolu Sana’dan geçecek ve tüm kabileler paralarını buraya akıtarak Ebrehe’nin karnını şişirecekti. Ona ekonomik gücünü vereceklerdi. Gerçi o dönemde haktan ve Haniflikten sapan Kureyş’in de bundan başka bir derdi yoktu.
Ebrehe parayı kıble edinince, paraya ulaştıran her şey meşru oldu onun için. Gerekirse Kabe’yi bile yıkmalıydı bu kıblesine ulaşabilmek için. Tıpkı Arz-ı Mev’ud’u, o toprak parçasını kıble edinen Yahudi kızının, bu kıblesine ulaşabilmek için, “Yeryüzünde bir tek Yahudi kalmasa bile o toprak parçasını elinde tutabilmek için babamla bile evlenirim” diyerek her şeyi meşru gördüğü gibi…
Veya günümüzde parayı kıble edinen kimi Müslümanların bu kıbleye ulaşabilmek için her şeyi meşru görmeye başladıkları gibi.
Elbette para kıble olunca bu kıbleye götürücü her şey onun gözünde meşru olacaktır. Yani ne farkı var şimdi Ebrehe’nin yaptığıyla bu Müslümanların yaptıkları arasında?
Birisi para için Kabe’yi yıkmayı düşünüyor, öbürü de kıblesine ulaşabilmek için dinin direğini yıkıyor, yani namazı terk ediyor. Ne farkı var onunla bunun?
Bir Müslüman eğer Rabbini en güçlü kabul etmişse elbette O’nun uğrunda savaşacaktır. Zira O Rabb uğrunda savaşılmaya değer bir Rabdir. Ama o Müslümanın gözünde inandığı Allah, uğrunda savaşmaya değmeyen, uğrunda mal ve can feda etmeye değmeyen bir Allah ise yada onun gözünde başka putlar büyümüşse, o zaman o putların hakimiyetine boyun eğerek Allah uğrunda savaşmaktan vazgeçecektir.
İşte tarih içinde İsrail oğullarını görüyoruz. Peygamberleri Hz. Musa bir şehre girmelerini, bir şehri fethetmelerini isteyince şöyle demişlerdi:
İsrail oğullarının inandıkları Allah uğrunda bir savaşı göze almaya değmeyen bir Allah idi. İnandıklarını iddia ettikleri Allah uğrunda mala ve cana feda etmeye değmeyen bir Allah idi.
Bir bakalım durumumuza. Allah’a nasıl inanıyoruz? Bunu bir daha gözden geçirelim.
Ebrehe’nin ordusu Mugammes denen Mekke’ye 3-4 km yakın bir bölgeye ulaşır. Ebrehe’nin öncü kuvvetleri Mekkelilere ait 200 kadar deveyi gasp edip Ebrehe’ye getirirler. Bu arada Ebrehe Mekke’ye gönderdiği mesajında kendisine karşı koymadıkları takdirde onlara dokunmayacağını ilan etti.
Gelen elçiye Mekke’nin reisi durumunda bulunan Rasulullah efendimizin dedesi Abdulmuttalib: Bizim böyle bir ordunun karşısında durabilecek gücümüz yoktur. Yıkmayı hedeflediği bu eve gelince o Allah’ın beytidir, O’nun sahibi Allah’tır; dilerse onu korumasını bilir dedi ve sonra Mekke’nin reisi olarak develeri geri istemek için Ebrehe’nin yanına gitti.
Ebrehe, Abdulmuttalib’in kendisine doğru geldiğini haber alınca çok memnun oldu. Zannetti ki Mekke’nin emiri tıpkı yolda kendisini kabul edip ordusuna katılanlar gibi kendisine köleliği kabul etti de, efendisine ricaya geliyor.
Bu düşünceyle onu karşılayan Ebrehe tahtından inerek Abdulmuttalib’in yanına oturdu. Çünkü efendiler kölelerini ikrama boğarlar. Yeter ki köleleri kendilerine itaat etsinler. Yeter ki onun sözünden çıkmasınlar.
Öyle değil mi? Çoban köpeğini iyi doyurur. Neden? Çünkü kendisine hizmet ediyor da ondan veya adam çobanına iyi bakar. Çünkü hizmet kendisine dönecek de ondan. Birileri de işte memurluk, amirlikler vererek, doçentlik, doktorluk vererek insanları kendisine hizmete zorluyor. Yeter ki ona kul ol sana yapamayacağı yoktur
Veya kendisinin Rabbil A’la olduğunu iddia eden Firavun’da Musa (a.s)’a galip gelmeleri, Allah’ın elçisi karşısında kendisini savunup üstün getirmeleri, Allah’ın yasaları karşısında kendi yasalarını, Allah’ın sistemi karşısında kendi sistemini galip getirmeleri karşılığında kendilerini ikrama boğacağını, kendilerini mukarrabundan yapacağını söylüyordu sihirbazlara.
Yeter ki siz beni peygamber karşısında galip getirip, peygamber davasını halkın gözünde düşürerek beni temize çıkarın, size yapamayacağım yoktur diyordu.
İşte Ebrehe’de Resulüllah Efendimizin dedesine böyle yaptı. O savaş ortamında bile Abdulmuttalib’e izzet ve ikramda bulundu. Ama Resulüllah Efendimizin dedesi başkaları gibi kölelik psikozuyla değil de, bir görev şuuruyla hareket ederek kendi görevi içindeki işe talip oldu.
Yani Kabe’nin sahibi kendi evini koruyacak güçtedir. O’nun benim yardımıma filan ihtiyacı yoktur dedi. Zira Abdulmuttalib’in inancına göre kendisinde Kabe’nin koruyuculuğu gibi bir sorumluluk yoktu.
Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz hadisinden de biliyoruz ki; herkesin sorumlu olduğu bir sürüsü vardır. Herkes kendi sürüsünü doyurmak ve korumakla mükelleftir. Herkes kendi sürüsünü, kendi görevini ve sorumluluk alanını bilmelidir. Kendi sürüsünü ihmal ederek başkalarının sürüsüne gitmemeli veya başkalarının sürülerini kendisine dert edinerek kendi kendisini zor duruma sokmamalıdır. Ama kendi sürüsünü doyurmanın yanında arta kalan zamanı olanlar elbette çobansız kalmış sürülerin imdadına da koşmalıdır.
Ebrehe diyor ki: Ben bu Beytin ve bu Beyt sayesinde çevresindekilerin emniyet içinde olduklarını duydum. İnsanların bu beyt sayesinde doyduklarını haber aldım. Ben bu Beytin ve sakinlerinin emniyet ve güvenlerini bozduğumu tüm dünyaya duyurmak için geldim deyince,
Abdulmuttalib diyordu ki: Sen ne haldesin? Ne yapıyorsun? Ne yapmak istiyorsun ben bunu bilmiyorum. Ama ben bana düşeni yapmadan yanayım. Ben bu beldenin emiri olarak sürülerden sorumluyum. Benim görev alanım budur. Ben onu korumak zorundayım. Elbette o Beytin sahibi de kendi Beytini korumasını bilir. Bu konuda O’nun benim yardımıma ihtiyacı yoktur.
Hoş bir ifade, hoş bir anlayış değil mi? Öyleyse unutmayalım ki biz bize düşeni yapmak zorundayız. Bizim sorumluluk alanımızdaki şeyleri yapmak zorundayız. Bizler kendimizin ve ehlimizin müslümanca bir hayat yaşamasından sorumluyuz. Bizler ehlimizin cennet yolunda oluşundan sorumluyuz. Ben, evdekilerden sorumluyum. Benim evdekilerin Müslümanlığından, onları İslam yolunda tutmaktan, onları Müslümanca eğitmekten, onları meşru yerlerde otlatıp doyurmaktan, Kur’an ve sünnet bilgisiyle doyurmaktan, onlara Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluğu uygulatmaktan sorumluyum.
İşte benim ilk planda sorumlu olduğum alan budur. Onlara kendi ehlim olduğu için uygulatmaktan, ama başkalarına da anlatmaktan sorumluyum. Ben evimde, benim sorumluluk alanımda Allah’ın emirlerini uygulamak ve uygulatmaktan ama başkalarının evlerinde de uygulamalarını anlatmaktan, duyurmaktan sorumluyum.
Ama benim evin dışındaki evlerin sahipleri de eğer beni dinleyecek insanlarsa, yani onlara da uygulattıracak gücüm ve etkim varsa, yani onlar da benim ehlim konumunda iseler, beni dinliyorlarsa, elbette onlara da uygulattırmakla mükellefim. Yani ben önce beni dinleyen, benim ehlim olan hanımım ve çocuklarımdan sorumluyum.
Ama benim ailemin dışında da beni dinleyecek, hayatına beni karıştıracak, benim dinime güvenip hayatında benim söz sahipliğimi kabul edecek insanlar, aileler de varsa ben onlardan da sorumlu oluyorum. Çünkü artık onlar da benim ehlim olmuşlardır.
Dışardan beni dinleyecek birileri nasıl ki benim ehlim oluyor ve ben onlardan da sorumlu oluyorsam, aynı şekilde benim ehlimden, benim ailemden beni dinlemeyenler, beni hayatlarına karıştırmayanlar çıkarsa onlar da benim ehlim olmaktan çıkmış ve ben artık onlardan da sorumlu değilim demektir.
Nuh (a.s)’ın kendisine iman etmeyen oğlunu biliyoruz. Rabbimiz buyurdu ki: Ey Nuh o senin ehlin değildir. O senin oğlun değildir. Çünkü o gayr-i salih bir amel işlemiştir. Demek ki oğlu bile kendisini dinlemeyince ehli olmaktan çıkıveriyor.
Öyleyse kişi kendisine düşeni, kendi sorumluluk alanına giren şeyleri, tedbirleri de elden bırakmamak şartıyla icra eder, yerine getirirse sünnetullah zaten cereyan edecektir. Yani kul kendisine düşeni yaparsa, Allah da kendisine düşeni elbette yapacaktır. İşte Abdulmuttalib ve Kureyş kendilerine düşeni yapmışlar, zaten böyle güçlü bir ordu karşısında yapabilecekleri pek fazla bir şeyleri de yoktu.
Böyle ciddi bir tehlike karşısında Kabe’nin avlusuna toplanıp Kabe’nin örtülerine yüz sürerek bu Beytin Rabbine dua ederler. O anda Kabe’nin içini doldurdukları tüm putları gözlerinde sıfıra inmiştir. Yani bu putların kendilerine sağlayabilecekleri hiçbir şeyin olmadığının şuuruyla;
Ey bu Kabe’nin Rabbi! Bizler kesin biliyoruz ki böyle ciddi bir tehlike karşısında şu putların bize sağlayabilecekleri hiçbir şey yoktur. Bizi bu büyük tehlikeden korusan korusan sen korursun. Hem Kabe’ni hem de bizi bu beladan kurtar diye Allah’a yalvarıp yakarmışlar, sonra da tedbirlerini alıp dağlara çekilmişler ve uzaktan seyretmeye başlamışlar.
Kul kendisine düşeni yaparsa Allah’ta sünneti gereği kendisine düşeni yapacaktır. Yani şu anda bizler bizim sorumluluk alanına giren görevlerimizi Allah’ın istediği şekilde yerine getirirsek Allah da bize yardım edecektir. Bizim Kabe’yi koruma, Allah’ın dinini koruma gibi bir gücümüz de, sorumluluğumuz da yoktur. Ama bizim kendimizi ve ehlimizi koruma, kendimizi ve ehlimizi Müslümanlaştırma göreviyle sorumluyuz. Yani biz kendi sürümüzle sorumluyuz. Biz kendi görev alanımıza girenleri Allah’ın istediği gibi yerine getirirsek Allah ta hem dinini koruyacaktır, hem bizi koruyacaktır.
Abdulmuttalib’in bu kararlı tavrı karşısında etkilenen Ebrehe ona koyunlarını, develerini teslim eder. Ertesi günü Ebrehe gurur, güven içinde müstekbirce Kabe’ye doğru hareket eder. Ordusu vardı, filleri vardı, tankları vardı, silahları vardı ve karşısında durabilecek hiçbir güç yoktu. Gururla yürüyordu ama helak olacağından habersizdi. Kiminle savaştığının farkında değildi. Kime kafa tuttuğunun, kimin ayetini kaldırmaya teşebbüs ettiğinin, kime kulluğu bitirme cinnetine kapıldığının, kimin sistemine savaş açtığının farkında değildi. Sahipsiz sandığı Allah’ın, Beytine yürüyordu. Güçsüz ve yalnız zannettiği insanların mabedine saldırıyordu.
Halbuki o Beyt Allah’ın Beytiydi. O Beyt yeryüzünde Allah’ın en büyük ayetlerinden bir ayetti. Bu dava Allah’ın davasıydı. Allah’la savaşa tutuşmak, tanklarla savaşmaya benzemezdi. Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşanlar iflah olmazdı. Biraz sonra o güvendiği güçlü ordunun Allah’ın yeryüzünde en küçük ve güçsüz varlıkları kuşlara mağlup olacağının farkında değildi. Allah’ın emriyle en büyük varlığın en küçük varlık karşısında helak olup olacağının farkında değildi.
Olacaklardan habersiz gurur ve kibir içinde Ebrehe ordusuyla birlikte Kabe’ye doğru yürüyordu. Kabe karşıdan görünmüştü. Üstelik Ebrehe’nin karşısına çıkıp savaşacak, Kabe’yi müdafaa edecek bir tek insan bile yoktu. Hiçbir engel yoktu karşısında. Bunu gören Ebrehe daha da gururlanarak yürüyordu. Zannediyordu ki Kabe yalnız, Kabe sahipsiz ve korumasız.
Ezip geçecekti Allah’ın beytini. Çiğneyip geçecekti insanlığın kıblesini. Bitirecekti yeryüzünde Allah’a kulluğu. Son verecekti yeryüzünde Allah egemenliğine. Allah’a kulluk merkezini yerle bir edip tüm dünyaya:
Ama işte tarih boyunca kafirlerin, zalimlerin, Allah ve diniyle savaşanların, Müslümanları yok etmeye soyunanların, yeryüzünde Allah’a kulluğu bitirmeye soyunanların yanıldıkları nokta burasıdır.
Halbuki biraz sonra göreceğiz ki o Kabe yalnız ve korumasız değildir. O Kabe’nin bir Rabbi var. O Allah evinin, Allah evlerinin, Allah’a kulluk makamlarının ve Allah kullarının bir sahibi var. Onların arkasında onları koruyacak bir Allah var. Bunun farkında değil bu kafirler.
Allah’tan habersiz, başına geleceklerden habersiz gurur ve kibir içinde ordu yürüyor. İşte bu noktadan itibaren Rabbimizin sürede anlattığı yeryüzünün en büyük olaylarından birisi zuhur ediyordu. Müzdelife ile Mina arasındaki Muhassıp denen mevkie geldiklerinde tüm dünyanın bildiği olay vukua gelir. Allah onların üzerlerine ordularını, kuşları gönderiverir ve topunu helak eder. Sonuç tarihin her döneminde olduğu gibi Allah galip Allah ile savaşanlar mağlup olmuştur.
Olayın meydana geldiği bölge, Mina ile Müzdelife arasındaki Muhassıp denen bölgedir. Helakin gerçekleştiği ve Allah’ın azabının indiği bir bölge olduğundan burada durulmayıp süratlice geçilir. Müslim’deki bir rivayete göre Peygamber Efendimiz veda haccında bu bölgeden geçerken çok hızlı geçtiği ve ashabına burada konaklamayın, zira burası Allah düşmanlarının helak olduğu bölgedir buyurduğu rivayet edilmektedir.
Allah’ın azabının indiği yerde durulmamalıdır. Biz ne yapacağız? Nereye gideceğiz bilmem? Şu anda bizim yaşadığımız şehirde Allah’ın gazabını çekecek ve gerektirecek bu kadar çok isyan yaşanan yerlerden nereye gideceğiz bilemiyorum.
Kaynak: Ali Küçük / Besairu’l Kur’an