Duha Süresi 1. Ayet Meali: (Ey Muhammed’) Andolsun kuşluk vaktine
Duha Süresi 2. Ayet Meali: Ve sükuna erdiğinde geceye ki,
Duha Süresi 3. Ayet Meali: Rabb’in seni terk etmedi, sana darılmadı da
Duha Süresi 4. Ayet Meali: Göreceksin, senin için sonuç başlangıçtan daha iyi olacaktır
Duha Süresi 5. Ayet Meali: Rabb’in sana verecek, sen de razı olacaksın
Duha Süresi 6. Ayet Meali: Nitekim O, seni bir yetim olarak bulup barındırmadı mı?
Duha Süresi 7. Ayet Meali: Seni, ne yapacağını bilmez halde görüp yol göstermedi mi?
Duha Süresi 8. Ayet Meali: Seni muhtaç halde bulup ihtiyaçlarını gidermedi mi?
Duha Süresi 9. Ayet Meali: O halde sakın ha, yetimi incitme
Duha Süresi 10. Ayet Meali: İsteyeni azarlayıp gücendirme
Duha Süresi 11. Ayet Meali: Rabb’inin lütfettiği nimete gelince, ondan da bahset.
Rivayet edilir ki Rasulullaha gelen vahiyde bir kesiklik olmuştu. Cebrail’in gelmesinde bir kesinti olmuştu. Bu konuda farklı sebepler, farklı zamanlar anlatılır.
Rasulullah’a vahiy geliyordu, fakat ilk yıllarda Allah’ın Resulü henüz vahyin bilincinde değildi. Vahye aşinalığı henüz gerçekleşmemişti. Bazen vahyin atmosferine girmekte güçlük çekiyordu. Vahiy geliyordu kendisine Allah’tan ve onun isteğine ve anlayışına göre sürekli gelmesi gerekiyordu. Böyle olacak zannediyordu. Hiç kesilmeden devam edecek zannediyordu.
Hani ilk süre, yani Alak süresi geldiğinde de kendi kendine tereddütler geçirmişti. Acaba yanlış mı gördüm, doğrumu gördüm? Acaba gördüğüm bir melek miydi yoksa, yoksa diye her tereddüt edişinde, Cebrail ufukta kendisine görünüyor: Ey Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin! Sen Allah’ın peygamberisin! Allah bu iş için seni seçti, seni şereflendirdi! Bunda tereddüdün olmasın! Bu konuda en ufak bir şüphen olmasın! diyordu. Yani Allah sürekli onu murakabe altında bulunduruyordu.
İnsan fıtratında tanıdığı, sevdiğiyle devamlı beraber olmak ister. Kısa bir süre de olsa ondan ayrılığa dayanamaz. Mesela gurbetten birileri gelir sizin şehre, sizin mahalleye. Gariptir, kimsesizdir diye, bildiği, tanıdığı, eşi, dostu, yardımcısı yoktur diye ilk zamanlar onunla çokça ilgileniriz.
Veya mesela önceleri kafirken, müşrikken, İslam düşmanıyken veya İslam’ı tanımadığı için İslam’dan uzak bir hayat yaşarken birileri İslam’la tanışıp Müslüman olur. Sizin içinize katılıp kardeşiniz olur. İlk zamanlar bu kardeşinizle çokça ilgilenirsiniz. Neden? Çünkü ailesiyle bir derdi olabilir, çevresiyle bir problemi olabilir, önceki hayatı, önceki çevresi onun yakasını bırakmamış olabilir. Veya geldiği hayata karşı hala içinde bir temayül olabilir.
Veya yeni girdiği dinin emir ve yasaklarını henüz tamamıyla tanıyamamış olabilir. Bilgisi henüz tam değildir, imanı oturmamıştır, İslam’ı, teslimiyeti kökleşmemiş olabilir, olabilir. Bütün bu sebeplerden ötürü ilk günler, ilk zamanlar onunla sıkça ilgileniriz.
İlk zamanlar onunla çokça ilgileniriz. Sık sık ziyaret eder, yanında bulunmak isteriz. Ona din tanıtma, ayet hadis ulaştırma hususunda, İslam’ı arz etme hususunda ona çok zaman ayırırız. Ama zamanla o da alışıyor. O da zamanla çevresine ayet ve hadis tanıtmaya başlıyor.
O da Allah’ı, kitabı, dini, Peygamberi, kulluğu anlıyor, kendisine mal ediyor bunları. O da bu işi kendine dert edinip, o da anlatmaya başlıyor. Onun da talebeleri oluyor, o da bu işin derdiyle yanmaya başlıyor ve artık bizim onunla ilgilenmemiz, buluşup görüşmemiz azalıyor.
Kimi arkadaşlarla bir iki sene birlikte ders yapıyoruz. Sonra artık bu arkadaşlar bu işi anladılar, bu işi öğrendiler, gidip biraz da bu toplumda hiç bilmeyenlere anlatalım, hiç duymayanlara duyuralım. Biraz da başkalarıyla ilgilenelim diye derslere ara verince feryadı basıyorlar bizi niye terk ettin diye. Ya iki yıl sürekli ders yaptık. Bizim derdimiz zaten Kur’an’sız ve Sünnetsiz olmazı anlatmaktı.
Eh sizler de zaten anladınız bunu. Kur’an ve Sünneti mutlaka okumak, öğrenmek gerektiğini, bunlar olmadan Müslümanlık olmayacağını, olamayacağını anladınız. Kur’an’ın nasıl okunması, anlaşılması gerektiğini? Sünnetin hayatımızdaki önem ve fonksiyonunu anladınız. Artık sizler de bunun sorumluluğunu yüklenecek duruma geldiniz. Bu toplumda daha Allah’ın, Peygamberin, Kitabın Sünnetin adını bile duymamış yığınlarca insan varken beni niye oyalıyorsunuz?
Neden meşgul ediyorsunuz? Hakkınız var mı buna? Sizler bana yardımcı olun da ben başkalarına gidebilecek zaman bulayım. İşte aynen bunun gibi elçisini yetiştirmek ve hayata hazırlamak üzere Rabbimiz bir süre vahyini kesmişti
Sizler çocuklarınızı buna alıştırırsınız ya. Bazen onu yetiştirip hayata hazırlamak için ondan desteğinizi çekiverip kendi başına bırakıverirsiniz ya. İşte vahiy de böyleydi. Vahyin kesilmesi de böyleydi. Hep devam edecek değildi. Bazen kesilecekti veya bir dönem kesilecekti. Tıpkı babanın kendi başına, kendi desteği olmaksızın ayakta durabilmesini öğretmek için çocuğuna olan desteğini çekip onu hayata hazırlaması gibi.
Veya bilirsiniz ki çocuk küçük yaşta hep anasını emmek ister. Hep devamını ister bunun. Hiç kesilmesini istemez. Ama bir gün gelecek çocuğun iyiliği için, onun hayrına elbette süt kesilecektir. Anne kendisi hasbelkader hayatını kaybederse çocuğunun onsuz da yaşayabileceği bir konuma gelmesi için mecburen bir süre sonra sütünü kesmek zorunda kalacaktır. İşte vahiy de aynen bunun gibidir. Vahyin kesilmesi de aynen bunun gibidir.
Hep devam edecek değildir bu. Bazen ksilecektir. Sen hep onunla beraber olmayacaksın! Sen hep vahiy desteğinde olmayacaksın. Bazen vahiy kesilecek, kimi problemleri sen kendin çözeceksin! Kendini ortaya koyacaksın.
Kendi başına ayakta durabilmeyi öğreneceksin! Vahyin gelmediği konularda kendi içtihadınla karar vereceksin! Rabbinin öteki vahiylerinin ışığı ve yol gösterisi altında kendi reyinle problemlere çözüm getirmeyi öğreneceksin! Kendini zorlayarak, çözüm üreteceksin diyordu herhalde Allah bununla. İşte bir süre Resulullah Efendimize vahyin kesilmesinin hikmetlerinden birini böylece anlamaya çalışıyoruz.
Az evvel de ifade ettiğim gibi rivayetler; Resulullah (s.a.v)’e, gelen vahyin bir müddet kesildiğini, Cibril (a.s)’in bu süre zarfında görünmediğini, bunun üzerine müşriklerden bazılarının, “Rabbi Muhammed’e küstü, O’nu terk etti” iddiasında bulunduklarını, bazılarının ise -vahyin şeytandan geldiğine inandıklarından; “Şeytanı onu terk etti” dediklerini naklederler
Teblîğ görevine başladığından beri müşriklerin sert tepkileriyle karşılaşan Resulüllah, bu defa onların alaylarına muhatap oluyordu. Haliyle bu durum onu çok üzüyor, adeta dünyayı kendisine zindan ediyordu. Ancak, O bir peygamberdi ve her ne pahasına olursa olsun görevini eksiksiz yerine getirmesi gerekiyordu. Onun en büyük yardımcısı ve koruyucusu da hiç şüphesiz Rabbi idi.
Rabbinden kendisine gelen vahiy, ona bir taraftan bu meşakkatli yolda nasıl hareket etmesi gerektiğini bildiriyor, diğer yandan güç ve huzur veriyordu. Vahiy onun için, adeta uzun bir yola çıkmış yolcunun hem azığı hem de can yoldaşı durumundaydı. Vahyin kesilmesi onu bu azıktan ve kendisiyle teselli olacak dosttan mahrum bırakmıştı.
Peygamber (s.a.v)’e huzur ve güven veren, içine düştüğü sıkıntıyı gideren bu süre, işte böyle bir zamanda nazil oldu. Bu sebepledir ki, asıl konuyu, Resulüllah’ı teselli etmek ve bundan sonraki mücadelelerinde, karşılaşabileceği her türlü engelin üstesinden gelebilmesi için ona manevi güç kazandırmak teşkil eder.
Yüce Rabbimiz, kuşluk vaktine ve sükuna vardığı zaman geceye yemin ederek başlıyor. Böylece bu iki anın önemine dikkatleri çekiyor. Kainat hadiseleriyle ruhi duyguları birbirine bağlıyor. Adeta Resulüne, sürenin başından itibaren çevresini dost varlıklarla doldurduğunu ima ediyor, yalnız başına ve kimsesiz olmadığını hatırlatıyor. Peygamberi üzmek, onu ye’se düşürmek ve savunduğu davadan vazgeçirmek için müşriklerin: “Rabbi O’nu terk etti” demelerine cevap olarak; “Rabbin seni ne terk etti ne de darıldı (3)” buyurmaktadır.
“Ahiret elbette senin için dünyadan daha hayırlıdır (Duha Süresi 4)”
Rabbin, sana bu dünyada da verecek. Ancak senin için öbür dünyada, bu dünyadakilerden daha güzel, çok daha mükemmel mükafatlar hazırlamıştır:
“Şüphesiz Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın (Duha Süresi 5)”
Rabbin, senin için, hoşlanacağın her şeyi hazırlamıştır. Bu dünyada davanı başarıya ulaştıracak, yolundaki engelleri kaldıracak, savunduğun düzeni galip getirecek, seni ve davanı üstün kılacaktır. Bundan hiç şüphen olmasın. Nitekim:
“O, seni öksüzken barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Fakirken zenginleştirmedi mi?(Duha Süresi 6-8)”
Evet, Cenab-ı Allah, sevgili Peygamberine, geçmişine şöyle bir bakmasını tavsiye ediyor. Kimsesiz iken onu korumuş, şaşkın bir durumdayken hidayete erdirmiş ve fakir iken sonsuz ihsanı ile onu herkesten zengin kılmıştır. Henüz küçücük bir yavru iken de, annesini kaybederek hem ana hem de babadan yetim ve öksüz kalan sevgili Peygamberini korumuş, sapık bir cahiliye ortamında yetiştiği halde onu şirkten korumuştur. Ne şirk pisliğine bulaştırmış, ne de muharref dinlerden Yahudilik ve Hristiyanlığa meyletmesine müsaade etmiştir.
Peygamberlik görevini yaparken, kendisini engellemek isteyen müşriklere karşı, amcası Ebu Talib’i kendisine yardımcı kılmış, mal bakımından fakir olmasına rağmen gönülce zenginlerin en zengini yapmıştır.
Sûrenin buraya kadar olan kısmı, müşriklerin, “Rabbi Muhammed’e küstü, O’nu terk etti” gibi iftiralarına bir cevap ve vahyin yalnızca Allah’tan olduğunu beyan eder mahiyettedir. Ayrıca sevgili Resulüne ihsan ettiği nimetleri de hatırlatmakta, buna bir şükran olarak kendisinden nasıl davranması lazım geliyorsa öylece davranmasını istemektedir.
O halde yetime zulmetme. Dilenciyi de azarlama. Sadece Rabbinin nimetini (hatırla ve) anlat (Duha Süresi 9-11)
Rabbi onu yetimken koruduğunu, kararsız iken onu hidayete erdirdiğini, fakir iken zenginleştirdiğini belirtmişken, hem kendisini hem de peşinden giden ümmetini, her yetimi korumaya, her muhtaca destek olmaya ve Allah’ın üzerindeki nimetini hatırlamaya yöneltiyor. Yetime zulmetmekten nehy ettiği gibi, ikram edilmesini de emrediyor. İkram ederken, ona verirken de gönlünü kırmadan, horlamadan, haysiyetini zedelemeden vermeyi emrediyor.
Özet olarak bu sürede Resulüllah Efendimizi yakın bir gelecekte çok büyük başarıların ve lütufların beklediği müjdesi verilir. Peygamberlik görevinin sonucunun başlangıcından daha hayırlı olacağı müjdesi verilir.
Sürenin ikinci kısmında gündeme getirilen konular ilk bakışta sanki bir başa kakma gibi görünse de dikkatle incelendiği zaman işin hiç de böyle olmadığı anlaşılacaktır. Rabbimiz tarafından daha önce peygamberine lütfedilen nimetlerden söz edilmesi bir başa kakma değil, aslında peygamberlikten sonra verilecek nimetlerle bir kıyaslamadır.
Peygamberlik sonrası kendisine verilenlerin çok daha büyük olduğunu ortaya koymaktır. Öyle değil mi? Peygamberlik önceki elçisini kimseye muhtaç bırakmayan, onu sürekli himayesine tutan Allah şimdi onu yüz üstü mü bırakacaktı? Elbette öyle olmayacaktı.
Madem ki Rabbi onu koruyup gözetmektedir, öyleyse peygamber de Rabbinin bu büyük lütuflarına karşı O’na karşı risalet görevini en güzel bir biçimde yerine getirecek, bugün dün kendisinin konumunda olan yetimlere, kimsesizlere, toplumda sosyal ve siyasal desteği olmayan garibanlara sahip çıkacak, ihtiyacı olup da kendisine baş vuranları eli boş çevirmeyecek, onlara şefkat ve merhamet kanatlarını açacaktı. İşte bu bölümde bunlar vurgulanır.
En sonunda da peygamberimize ve tabii onun şahsında hepimize Rabb’inin nimetlerini anması, zikretmesi, gündemde tutması, sürekli onlarla bir hayat yaşadığını unutmaması emredilir. Tabii Rabbimizin en büyük nimeti olarak İslam nimetinin, hidayet nimetinin gündem yapılması istenir.
Bu kısa mukaddimeden sonra sürenin ayetlerini hep beraber tanımaya çalışalım:
Duha Süresi 1 ve 2. ayet: Kuşluk vaktine ve sükuna erdiği zaman geceye andolsun ki
Rabbimiz süreye yeminle başlıyor. Mekki sürelerde genellikle kevni ayetlere yemin çokça kullanılır. Semaya, aya, güneşe, yıldızlara yani kainatta yarattığı kevni ayetlere, ya da görsel dediğimiz, göze hitap eden meşhud ayetlere yemin eder Rabbimiz. Anlayabildiğimiz kadarıyla Mekke de henüz kendisini tanımayan, zatı ve sıfatları konusunda bilgi sahibi olmayan insanlara bu tür yeminlerle Rububiyetini, Uluhiyetini ve kudretini tanıtmak istiyordu .
Allah önce iki ayetle yemin ediyor. İki kevni ayetine, iki görsel ayetine yemin ediyor. Bunlardan birincisi Duha, yani kuşluk vakti, ötekisi de gecedir. Birisi güneşin ışığının, aydınlığının en etkili olduğu kuşluk vakti, ötekisi de gecenin iyice kararıp, ses seda kesilip, gelip gidenlerin ayak seslerinin kesildiği, insanların istirahata çekildikleri ve müminlerin ibadet için teheccüde kalktıkları seher vaktidir.
Kuşluk vaktine ve gecenin en sakin dönemine yemin ediyor Rabbimiz. Sonra bu iki yemine cevap mahiyetinde üç ayet geliyor. Rasulüllahı ve onun yolunda gidenleri asla terk etmeyeceğini anlatıyor Rabbimiz. Sonra da geleceğin daha iyi olacağına dair, cennette en yüksek makamın onları beklediğine dair ayetler geliyor. Sonra insanın sahip olduğu mal, beden ve bilginin Allah’tan olduğu beyan edilir. Son bölümde de bu nimetlere karşılık dünyada yapılması gereken vazifeler, yetime, yoksullara karşı vazifelerimiz, Kur’an-a karşı tavrımız anlatılır.
Duha’ya yemin olsun ki. Duha, kuşluk vaktidir. Güneşin ışıklarının daha bir net geldiği, güneşin en çok parlayıp kendisine bakılmanın adeta imkansız olduğu dönemdir kuşluk dönemi. Bu dönem günün en değerli dönemidir. Güne ve günün hayırlı amellerine başlama zamanıdır. Mevlanın bereketinin, ihsanının beklendiği, ümit edildiği bir dönemdir. İşte Rabbimiz günün en bereketli dönemine dikkat çekiyor.
Eğer insan ömrü bir gün kabul edilirse, Duha bu ömrün en genç ve en verimli zamanıdır
Dikkat edin sabah saat 7-8 arasında yapılabilen bir iş akşam 8-9 arası yapılamaz. Sabahın o saatlerinde başarıp bitirebildiyiniz bir işi akşamın aynı saatlerinde bitiremezsiniz. Bu dönemde ayrı bir bereket vardır. İşte Allah bu döneme dikkat çekiyor.
Veya eğer insanın tüm ömrünü bir gün kabul edecek olursak, o günün kuşluk vakti gençlik dönemidir. İnsanın en canlı, en zinde olduğu dönem, hayatının baharıdır. İşte bir gün kabul ettiğimiz insan ömrünün en zinde dönemini teşkil eden o günün kuşluk vaktini, gençlik vaktini, gençlik dönemini çok iyi değerlendirmemiz gerektiği anlatılır bu ayette.
Bu kuşluk vaktinin bir manası da şudur: Nur-u Muhammedinin yeryüzünü aydınlattığı, Allah’ın nur olarak ruhlara doğduğu dönem anlatılıyor burada. Yani eğer Resulülah Efendimizin teşrifinden sonraki dünyanın ömrünü bir gün kabul edecek olursak, o günün kuşluk vakti Resulüllah Efendimizin dönemi olan asr-ı saadet dönemidir. Allah, başlarında Resulüllah’ın bulunduğu İslam milletinin, İslam ümmetinin ilk dönemi yani kuşluk vaktine, asr-ı saadete yemin ediyor.
Biz biliyoruz ki Allah bir şey üzerine yemin etmişse onun bizim hayatımızda önemi çok büyüktür. Öyleyse asr-ı saadeti çok iyi öğrenmek, çok iyi bilmek ve değerlendirmek zorundayız. Resulüllah Efendimizin hayatta olduğu saadet asrına yemin ederek Rabbimiz ona dikkat çekmiştir. Çünkü asr-ı saadet ve o asırda yaşayan Resulüllah Efendimizin güzîde ashabı dinin yaşandığı, anlaşıldığı ve en güzel biçimde uygulandığı mübarek bir dönemin insanlarıdır. Yeryüzünde o toplumdan daha mübarek bir toplum yaşamamıştır.
Asr-ı saadet kıyamete kadar din, kulluk adına tüm problemlerin çözüldüğü örnek ve maket bir hayattır. Doğruya, güzele, hakka ulaşmak isteyen kişi mutlaka asr-ı saadete gitmek ve asr-ı saadette ki uygulamaya ulaşmak ve asr-ı saadeti örnek almak zorundadır.
İşte Rabbimiz bu ayetinde asr-ı saadete yemin ederek dinimiz konusunda asr-ı saadetin önemine, asr-ı saadette gerek ferdî planda Peygamber efendimizin anlayışına, sünnetine, uygulamalarına ve gerekse sahabe-i kiram efendilerimizin sünnetlerine dikkat çekmektedir. Kur’an’ın başka yerlerinde de kurtuluşa erenlerden söz edilirken sahabe toplumuna ve asr-ı saadete dikkat çekilmektedir.
“İyilik yarışında önceliği kazanan muhacirler ve ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’dan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur (Tevbe Süresi 100)”
İyilik, takva yarışında, Allah’a kulluk ve Resulüllah’a ittiba konusunda en önde giden bu ümmetin en bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak eden sahabe-i kiram efendilerimizden ve güzellikle onların yolunu takip edip, onların yollarına, sünnetlerine uyanlardan razı olduğunu ve onların kurtulduklarını haber veriyor Rabbimiz.
Bir de karardığı, sakinleştiği, kendine geldiği, bitmeye başladığı, devrini tamamladığı zaman geceye yemin olsun ki. Yani seher vaktine, tam o döneme yemin ediliyor. Cenab-ı Hak, gecenin sükunete erdiği döneme, seher vaktine yemin ediyor. Öyleyse bunun üzerinde durmak ve tanımak zorundayız.
Gece kelimesi çok geçti. Mekki sürelerde çokça bu konuda yemin gördük. Gecenin bizim hayatımızda apayrı bir yeri ve önemi vardır. Ama dikkat ederseniz burada gecenin devrini tamamlayıp bitmeye başladığı döneme yemin ediliyor.
Saat 3-5 arası gecenin sükunete erdiği dönemdir. Sarhoşlar sesini kesmiş, koşuşanlar, gidenler gelenler, gece gıybet edenler, birileri adına komplo hazırlayanların hepsi, hatta köpekler bile susmuş.
Bir adam düşünün ki böyle sakin bir dönemde uykusunu bölerek kalkmış, yatağını terk etmiş. Sema berrak, yıldızlar pırıl pırıl, su sesi, ağaçların sesi, hepsi Allah’ın ayetleri. İşte bu Rabbimizin görsel ayetleriyle sarmaş dolaş oracıkta temiz bir taşın üzerinde namaza dursa… Ne abdest alırken, ne namaz kılarken zamana, saate bağımlı değil… Kimseye söz vermedi, kimse beklemiyor onu, kimse meşgul etmiyor.
İş, güç, okul, dükkan, tezgah, müşteri peşinde değil. Ne okuduğunu daha iyi bilecek, daha iyi anlayacaktır. Onun için Müslüman daima özgür bir hayatı özlemeli, sürekli böylesi bir hayatın peşinde olmalıdır. Her şeyden özgür, her şeyden yakasını kurtarmış, ama sadece Allah’a kul ve köle. Zamanın, mekanın, eşyanın, insanların, çevrenin ve her şeyin köleliğinden sıyrılmış, ama Rabbinin görsel ayetleri altında, onlarla birlikte Rabbine teslim. İşte Rabbimiz bizden böyle bir hayat istiyor.
Nurla, aydınlıkla, kuşlukla, gündüzle başlayan, geceyle devam eden bir kulluk hayatı. Gecede ve gündüz de sürekli devam eden bir kulluk… Gündüz ve gece, Cenab-ı Hakkın egemenliğinin ifadesidir. Çünkü gece de, gündüz de Allah’ın ayetleridir. Geceyi de, gündüzü de yaratan Allah’tır.
Gece de, gündüz de Allah’a kuldur, Allah’a boyun bükmüştür. Gündüz, gece, kuşluk, seher, öğle, ikindi, akşam tüm bunlar Allah’ın hakimiyetinin ifadesidir. Tüm bunlar konusunda söz sahibi Allah’tır. Sizlerin sözü geçmez buralarda. Bunları değiştiremezsiniz, bunları kaldırıp yerine başka bir şey koyamaz, bunlara itiraz edemezsiniz.
Bu şartları yaşamak zorundasınız. Bu hayata karşı gelip itiraz edemezsiniz. Geceyi kovamazsınız, güneşi, gündüzü atamazsınız. Öyleyse sizler de Rabbinize teslim olun. Zaten fıtraten, zorunlu olarak Allah’ın yasalarına teslim olmalıyız
Geceyi de, gündüzü de var eden Allah’dır. Geceye de, gündüze de egemen olan sadece Allah’dır. Gece de, gündüz de Onun emri ve hikmetiyle hareket etmektedir. Gece ve gündüz en küçük bir aksama olmadan birbirini takip etmektedir.
Öyleyse ey peygamberim, gündüz ve gecenin böyle peş peşe gelişi nasıl bir hikmete mebni ise, bunu bilen ve bu düzeni kuran bir Rabbin varsa, bu Rabb bu düzeni belli bir hikmetle ayarlıyorsa, işte aynen vahyin kesilmesi de böyle bir hikmete mebnidir. Ne zaman keseceğini, ne zaman göndereceğini bilen bir Allah’ın ilmi ve hikmetiyle olmaktadır bu iş. Keseceği, göndereceği zamanı bilen bir Allah’ın işidir bu.
Geceye ve gündüze itiraz edemeyen bir Müslüman, elbette buna da itiraz etmemelidir. Bu konuda da Rabbinin hikmetine teslim olup tedirgin olmamalıdır İşte buradaki gece ve gündüze yeminin manasını böyle anlamaya çalışıyoruz. Rabbimiz vahyin kesilişi karşısında tedirgin olan Peygamberine bunun belli bir hikmetle olduğunu anlatıyordu.
Yahut da bu gece ve gündüze yemin edilmesinin şöyle bir hikmeti de olabilir: Gündüzün meşakkatinden dolayı insan yorulur. Herkes bilir ki gündüzün ışınları insanı yorar ve yıpratır. Sürekli gündüz ve güneş olsa, insan buna dayanamaz. Gece karanlığı ise insanı dinlendirir. Gündüzün yorgunluğunu atabilmek için gece dinlenmeye ihtiyacı olur insanın. Nitekim Nebe Süresinde de Rabbimiz geceyi anlatırken şöyle buyuruyor:
Uykunuzu dinlenme vakti kıldık; geceyi bir örtü yaptık (Nebe’ 9-10)
Gece dinlenme zamanıdır, örtüdür, sükunet zamanıdır. Gündüzün sizi yoran ışınlarından sizi geceyle sakladık, örttük diyor Rabbimiz.
İşte aynen bunun gibi, tıpkı devam eden güneş ışınları gibi vahyin devamı da senin için gerginlik kaynağı olmuştu. Tıpkı seni yoran gündüzün ışınlarından seni dinlendirmek için gündüzün kesilip de gecenin gelmesi gibi, bir süre vahyin kesilmesi de senin bu gerginlikten sükunet bulman içindir, diyor Rabbimiz. Sürekli seni yoran vahyin gerginliğinden seni kurtarmak, seni rahatlatmak için Rabbin bir süre sana vahyi kesiverdi diye böyle bir münasebet kurmak her halde hatalı olmayacaktır.
Sakın üzülme Peygamberim. Kesinlikle bilesin ki hikmet sahibi olan Rabbin bunu senin hayrına yapmıştır. Muhakkak ki sen seni senden daha çok düşünen, sana senden daha çok merhamet eden bir Rable karşı karşıyasın. Değilse:
Ey Muhammed! Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı
İşte bu, yeminlerin cevabıdır. Az önceki yeminleri bunun için, bunu demek için yapmıştır Rabbimiz. Duha’ya, kuşluk vaktine ve geceye yemin olsun ki, Rabbin ne sana veda edip seni bıraktı, ne de sana darıldı. Rabbin seni hiç terk etmedi. Peygamberlik şerefiyle seni şereflendirdiği andan itibaren Rabbin sana hiç darılmadı, hiçbir zaman kızmadı.
Sana vahyini indirerek senin adını, şanını yücelten Rabbin bundan böyle de seni asla terk edecek, sana darılacak değildir. Yeryüzünde Rabbinin konuşan ağzı olarak, yerdekilerin hayatına senin vasıtanla karışacak, seninle seslenecek. Onun içindir ki Rabbin asla seni unutacak değildir. Üzülme, Rabbin seni bırakmadı.
Kesinlikle bilesin ki ahir senin için uladan daha hayırlı olacaktır
Tefsir kitapları burada senin için ahiret dünyadan daha hayırlı olacaktır, şeklinde bir anlamı tercih etmişlerse de, ben bu anlayışı biraz zayıf gördüğüm için böyle söyledim. Buradaki ahiret, bildiğimiz ahiret manasına gelebileceği gibi, aynı zamanda ahir, son anlamına da gelmektedir. Öyleyse bilesin ki ey Peygamberim son senin için daha hayırlı olacaktır demek daha münasip olacaktır. Çünkü o zaman bu son ifadesiyle hem dünya, hem de airet ikisi birden kastedilmiş olacaktır. Yani hem dünya anlamına geldiği gibi hem de her konuda ilk anlamına gelecektir.
Öyleyse Ey Peygamberim, biraz vahiy kesildi diye sakın üzülme. Unutmayasın ki sonralar senin için iyi olacaktır. Sonralar senin için ilklerden, yani öncelerden daha hayırlı olacaktır
Öyleyse şöyle diyeceğiz: Peygamberim, endişe etme! Senin için bir sonra gelecek saat, bir sonra gelecek gün, bir sonra gelecek ay, yıl, önden, öncekinden daha hayırlı olacaktır. Bir sonraki dönemin bir önceki döneminden daha hayırlı ve güzel olacaktır.
Vahyin geldiği günlere nazaran bir anda kesilivermesi senin için daha hayırlıdır. Vahyin kesilmesine nazaran şu anda tekrar böyle başlayıvermesi senin hakkında daha hayırlıdır. Bu süreden sonra diğer sürelerin gelişi senin için daha hayırlı olacak. Medine’ye hicretin, orada cemaati oluşturman, sonra Mekke’yi terk etmen, sonra Medine’de devlet kurman, sonra Mekke’yi fethetmen, sonra davanın galibiyetini görmen, tüm Arabistan yarımadasının Müslüman oluşu, tüm dünyaya İslam’ım yayılışı ve nihayet bütün bu güzelliklerden sonra vefatın, ondan sonra ahiret nimeti, hep senin için hayırlı olacaktır. Zira bunların hepsi seni Makam-ı Mahmud’a ulaştıracak, Rabbinin rızasına götürecek, hayırlı sona götürecek hayırlı şeylerdir.
Yani senin için her gelecek bir öncekinden hayırlı olacaktır. Ey Peygamberim ahiret senin için dünyadan daha iyidir, öyleyse hiç yaşama dünyada, hemen ölüver diyemeyiz. Hiç durma dünyada diyerek bu ayetin Resulüllah’ı ölüme davet ettiğini söyleyemeyiz.
Peygamberim, her yarın senin hakkında bir önceki günden daha hayırlı ve güzel olacaktır. Her gelecek senin hakkında hayırlı olacaktır diyoruz. Eğer biz de onun yolunun yolcusu olabilirsek, biz de onun yaşadığı gibi bir hayat yaşayıp, onun sorumluluklarını üstlenebilirsek bilelim ki bizim de hayatımızın her sonrası öncesinden daha hayırlı olacaktır. Her gelecek bizim için de bir öncekinden hayırlı olacaktır. Tayinimiz çıksa da, hapse girsek de, mal kazansak ta kaybetsek de, çocuğumuz olsa da, ölse de, bu bir imtihandır, onu değerlendirirsek, başımıza gelenin, onunla imtihan olunduğumuz şuurunda olursak, o bizim için hayırlı olacaktır. Zira o bizi mutlu sona ulaştırmaktadır, cennete götürmektedir.
Öyleyse Allah’ın Resûlünü Makam-ı Mahmud’a ulaştıracak her şey onun için hayırlıdır. Sonunda onu cennete ve Rabbinin hoşnutluğuna götürecek başına gelen her şey onun hakkında hayırlıdır.
Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın
Rabbin seni unuttu, Rabbin seni terk etti, sana darıldı diyenlere bir şamar vuruyor Rabbimiz bu ayetiyle diyo ki: Peygamberim! Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın. Yani sen razı oluncaya kadar verecek Rabbin sana. Seni razı edene kadar verecek
Eğer meseleyi genelleştirirsek, burada anlatılan Allah’ın, Resûlullah Efendimize onu razı edinceye kadar vermesi, ya da verdikleriyle onu razı etmesi sadece ahirette, ahiretle alakalı değildir. Sadece ahirette verilecekler değildir. Bu ifade aynı zamanda dünyayı da kapsamaktadır. Dünyada da razı edinceye kadar Peygamberine ve onun yolunun yolcularına verecektir.
Yani ben Rabbimle irtibatımı kesmeyeceğim. Sürekli O’na kulluğumu, Onunla bağımı sürdüreceğim. Rabbimi kendimden razı edeceğim. Ondan ve Onun hayat programından razı olacağım. Rabbim benim adıma ne dediyse, ne gönderdiyse, nasıl bir kulluk istediyse, ne verdiyse ondan razı olacağım. Kitap mı gönderdi?
Ondan razı olacağım. Peygamber mi gönderdi örnek olarak? Ondan razı olacağım. Namaz mı emretti? Ondan razı olacağım. Şöyle giyineceksin mi dedi? Ondan razı olacağım. Şöyle bir hukuk, böyle bir eğitim, böyle bir kazanma, harcama modeli mi dedi? Ondan razı olup başkasını aramayacağım.
Evlat mı verdi? Razı olacağım. Dert mi verdi? Borç mu verdi? Sıkıntı mı verdi? Kız çocuğu, erkek evladı mı verdi? Bir ev mi verdi? Bir çadır mı verdi? Ondan razı olacak ve isyan etmeyeceğim. Yani bu verilenler Müslümanca bir hayatın ifadesi oldukça ben bunlardan razı olacağım.
Allah’ın dinini yaşama adına başına gelenlere sabredip razı olacaktır kişi.
Geleceği anlatıyor Rabbimiz. Hem dünyada, hem de ahirette, Rabbin sana verecek. Rabbin sana gelecekte neler vermeyecek ki? Seni gelecek hayatında razı ve hoşnut edecek, yüzünü güldürecek, kalbini mesrur edecek her şeyi verecek.
Ama senden razı olduğu için verecek Allah sana. Rabbini kendinden razı ettiğin için verecek. O kadar verecek ki, sen razı olana kadar verecek. Peygamber ise razı olmayacak, tüm ümmetinden, tüm ümmetinin bağışlanmasından ancak razı olacaktır. Eğer biz ona, onun istediği gibi ümmet olduysak sevinelim. Ama ya ona layık değilsek? Ya onunla ilgimiz kalmamışsa? Ya onun gibi yaşamıyorsak? Ya havuzunun başından kovulacak olanların arasındaysak? Allah yarın böyle bir duruma düşmekten korusun inşallah.
Bundan sonra Rabbimiz yukarıdaki yemin konusunu bir daha gündeme getirerek Resûlullah’ın hayatında kendisine lütfettiği ihsanları, bağışları, nimetleri, izzet ve ikramları anlatmaya başlayacak.
Duha Süresi 6-8 Ayet: Seni öksüz bulup da barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?
Rabbimiz çocukluğundan itibaren sevgili Peygamberine ve onun şahsında hepimize verdiği nimetlerini, lütuflarını anlatıyor. Bir insanın hayatının tümünü ihata eden bir ayettir bu. Çünkü bir insanın hayatta üç şeyi vardır:
▬ Vücudu, bedeni, eli, ayağı, gözü, kulağı ve tüm azaları.
▬ İnsanın aklı, fikri, düşüncesi, anlayışı, izanı, imanı, yolu, yordamı.
▬ Sahip olduğu malı, mülkü, evi, arabası, dükkanı, tezgahı, ailesi, çoluğu, çocuğu.
Rabbimiz, İşte bütün bunları sana Biz vermedik mi buyurarak insanın sahip olduğu her şeyin sahibi olduğunu, her şeyin kendisi tarafından lütfedildiğini anlatmaktadır. Evet şu anda sahip olduklarımızın tamamı Allah’tandır.
Sen yetimdin de Biz seni büyütmedik mi? Küçüklüğünde bir yetimken, seni büyütüp gözettiğimiz halde, seni koruyup kolladığımız, tüm insanlığa örnek bir elçi olarak yetiştirip eğittiğimiz halde nasıl olur da şimdi terk ederiz seni? O zaman seni terk etmeyen Rabbin, şimdi niye sana darılıp küssün?
Bir düşünsene ey Peygamberim, sen küçükken yetim değil miydin? Doğmadan babanı kaybetmiş, doğduktan kısa bir süre sonra anneni kaybetmiş değil miydin? Kim sahiplendi sana? Kim korudu seni? Allah seni barındıracak şefkatli kucaklar vermedi mi sana? Hatta senin risaletini reddeden, sana ve getirdiğin davana inanmayan amcanı bile sana sahiplendirmedik mi? Mekkeli müşrikler seni reddedince sana sahiplenecek Medineli bir Ensar kucağı vermedik mi sana?
Allah’ın Resulü yetimdi. Yetimlerin en Kerimiydi. Daha doğmadan babasını kaybetmiş, doğduktan kısa bir süre sonra annesini kaybetmiş ve dedesinin kucağındaydı. Dedesini de kaybedince amcasının kucağında. Onu da kaybedince ne gam, Allah var ya! Belki de Rabbimiz sığınılacak kendi kucağından başka kucak bilmesin diye daha küçük yaşta kendi kucağını bildirmek için böyle yapıyordu. Onu yaratan, koruyan, onun vücudunu, elini, ayağını, gözünü, kulağını, çevresini, fırsatlarını, imkanlarını veren Allah’tır.
Peki onu yaratıp koruyan Allah da, bizi yaratan, bizi koruyup büyüten kim? Bizi de yetimken, çocukken, güçsüzken bulup da koruyan, büyüten Allah değil mi? Elbette Allah’dır. O halde kime minnet duyuyorsunuz? Kime teşekkür ediyorsunuz? Kimin nimetlerinden istifade edip de kime kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Kimin sayesinde var oldunuz? Kimin ekmeğini yiyeyerek kimin kılıcını sallıyorsunuz? Bunu iyi bir düşünün diyor Allah Teala.
Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi?
Bu ayetin manası, Peygamberim sen sapıktın da Biz seni doğru yola ulaştırdık demek değildir. Çünkü böyle bir anlayış Peygamberlerin masumiyeti anlayışına terstir. Allah’ın elçilerinin tamamı masumdurlar. Peygamber Efendimizin risalet öncesi hayatı da tertemizdir. Rabbimiz doğumundan itibaren sürekli koruyup eğitmiştir onu. Bakın Rabbimiz kitabında onun risalet öncesi hayatının temizliğine şehadet etmektedir:
Ey Muhammed, de ki: Allah dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz? (Yunus, 16)
Yani mana, sen kırk yaşına gelinceye kadar sapıktın değil de, bütün bunları bilmiyordun da Biz öğretmedik mi demek olacaktır. Sen okuma yazma bilmiyordun da Biz seni okur kılmadık mı? Sen Kur’an bilgisinden mahrumdun da tekvin-i irademizle Biz Seni alim yapmadık mı?
Öyleyse bizler de Rabbimizin kitabını tanıyarak, Rabbimizin gönderdiği hayat programını tanıyarak yolsuzluk ve yordamsızlıktan kurtulmak, yol, yordam, ilim sahibi olmak zorundayız. Bunun yolu da vahiyden geçmektedir. Vahyi tanınmadan ilim sahibi olmak ve yolsuzluktan kurtulmak da mümkün değildir.
Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?
Bir de sen fakirdin, malın, mülkün yoktu da seni zengin kılmadım mı? Sana ticaret yollarını kolaylaştırarak seni zenginleştirmedik mi? Ganimet mallarından belli bir pay vererek seni zenginleştirmedik mi? Sana zengin bir Hatice vererek, onunla ortaklık imkanı sağlayarak, onu sana zevce yaparak seni zengin kılmadık mı?
Allah’ın Resulü aslında babasından kendisine bırakılmış bir devenin dışında başka hiçbir şeye sahip değildi. Rabbimiz izni keremiyle onu zenginleştirmiştir. Hatta Allah’ın Resulü bir tek insanın hidayeti için bir çırpıda yüz deveyi bile hibe edecek bir durumdaydı. Müşriklerden birisi öyle diyordu: Ey kavmim, gelin sizler de Müslüman olun. Çünkü vallahi Muhammed verdiğini fakirlikten korkmayan bir kimsenin verdiği gibi veriyor. Allah’ın Resulü birilerinin sırtından değil, bizzat kendisi çalışarak kazanmıştır kazandığını.
Rabbimiz öyle diyor. Peygamberim, Biz seni fakir bulduk ta zenginleştirmedik mi? Peki acaba Resulüllah Efendimiz zengin miydi? Allah’ın Resulü, bugünün zenginlik kıstasıyla, bugün bizim anladığımız manada zengin değildi. Bugünkülerin anladığı manada hanı, hamamı, dükkanı, tezgahı, atı, arabası yoktu. Ama işte bu ayette görüyoruz ki Allah seni zenginleştirdik diyor. Allah böyle buyurduğuna göre öyleyse zenginlik nedir? Zenginliğin ne olduğunu bilmek zorundayız.
Zenginlik, aslında çokça mal, mülk sahibi olmak değildir. Zenginlik dünyaya karşı müstağni, ihtiyaçsız ve eyvallahsız olabilmektir. Zenginlik, ihtiyaçsızlığı ihtiyaç haline getirmek değil, ihtiyaca sahip olmaktır. Zenginlik ve fakirlik ihtiyaç anlayışına ve bu anlayışa bağlı olarak hedeflemelere göre değişir.
İhtiyaç anlayışına, hedeflemelerine göre Allah’ın Resulü çok zengindi. Dünyaya karşı eyvallahsız ve müstağnîydi. Rabbimiz kendisine böyle bir istiğna, yetinme duygusu verdiği için zengindi. Sonra İslam’ı sordular Resulülah’dan, anlattı. Namazı sordular, anlattı. Zekatı sordular, anlattı. Ahireti, hukuku, mirası, kazanmayı, harcamayı, eğitimin yasalarını, hukukun dayanaklarını sordular da Allah’ın Resulü Rabbinin bilgilendirmesiyle her şeyi anlatıverdi, bildiriverdi, gösteriverdi soranlara. İşte Resulüllah adına en büyük zenginlikti bu.
Allah ona onun davasına omuz verecek, ona destek olacak bir Hatice verdi. Uğrunda her şeyi göze alabilecek bir Zeyd verdi. Sonra onun yoluna baş koyacak, onun için doğup büyüdükleri vatanlarını, mallarını, mülklerini bile terk edebilecek binlerce Müslüman verdi. İşte bütün bunlar zenginlikti. Allah’ın Resulü yeryüzünün en zenginiydi.
Peki ona, sahip olduklarını Allah verdi de, bizimkileri kim verdi? Bizimkileri Allah’tan başkaları mı verdi? Hayır hayır, zenginlik adına bizde de ne varsa hepsini veren Allah’dır. Bizdekileri de Allah verdi. Öyleyse:
Duha Süresi 9-10 Ayet: Öyleyse sakın öksüze kötü muamele etme ve sakın bir şey isteyeni azarlama! Yalnızca Rabbinin nimetini anlat
Öyleyse ey Peygamberim, sakın yetimi itip kakma. Sakın yetimi üzme. Yoksulu da sakın azarlama. Dikkat ederseniz lütfettiği üç nimete karşı üç görev sayıyor Rabbimiz. Önce üç nimetten söz etti. Sen, sizler yetimdiniz de sizi Biz koruyup büyütmedik mi? dedi. Sonra sen peygamberim ve siz hiçbir şey bilmiyordunuz.
Kendinizi, çevrenizi, ananızı, babanızı, Rabbinizi, hayatı, ölümü, ahireti, hesabı, kitabı, kulluğu, namazı, orucu, haccı bilmiyordunuz da size vahiy göndererek bütün bunları Biz bildirmedik mi? Kendi bilgimizden bilgi aktararak sizi tüm bu konularda bilgi sahibi yapmadık mı? Sahip olduklarınızı Biz vermedik mi?
Elinizi, ayağınızı, gözünüzü, kulağınızı, havanızı, suyunuzu, ayınızı, güneşinizi, dünyanızı, semanızı size Biz vermedik mi? buyurduktan sonra, bu üç nimeti hatırlattıktan sonra Rabbimiz bunlara karşılık üç sorumluluktan söz ediyor.
∟ Yetimi itip kakmayın,
∟ İsteyen fakiri azarlamayın ve de
∟ Rabbinizin nimetlerini hatırlayıp anın.
Öyleyse yetimi itip kakmayalım. Yetimleri itip kakmayacağız. Yetim, babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına gelmeden babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir. Veya babası baba olarak vardır ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir. Bir evde ananın kocası var, ama akşam eve sallanarak geliyor, sarhoş. Ya da baba akşam eve dükkanı taşıyor. Akşam eve ayet ve hadis getirmiyor.
Çocuklarını Allah’la, peygamberle tanıştırmıyor. Kitapla, sünnetle tanıştırmıyor da şöyle kazandığını, böyle topladığını anlatmaya çalışıyor. Çocuklarına güzel bir isim verecekti ama vermiyor. İyi terbiye vermeliyken vermiyor. İşte böyle sarhoş bir babanın çocuğu bir gün karşımıza çıkınca: Git baban öğretsin! dememeliyiz. Babası yoktu zaten onun. Zira unutma ki bir zamanlar sen de yetimdin. Siz yetim değil de neydiniz?
Babası ve anası tarafından Kitap ve Sünnetle tanıştırılmamış tüm çocuklar yetimdir. Bizim evdekiler de öyle mi acaba? Yetimleri korumak, kollamak zorundayız. Bilelim ki yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi vardır: Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız, kendi yetimlerimiz de dahil piyasadaki tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak zorundayız.
Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalı, kalp Allah’a götürücü imanla, mide de Allah’ın helal kıldığı rızıkla doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş bitti zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal etmeyelim.
Yetimler, babasız kalanlar, babayla beraberken ondan ayrılanlardır. Bir de toplumda ekonomik ve siyasal dayanağı olmayan insanlardır. Öyleyse onların böyle bir destekleri yok diye mallarını yemeye, haklarını gasp etmeye kalkışmamalıyız. Mesela elinde bizde alacağını belgeleyecek çeki, senedi olmadığı için siyasal bir destekten mahrum olan kimselere, yetimlere borcumuzu ödemeyerek zulmetmeye kalkışmayalım. Allah’ın Resulü bir hadislerinde şöyle buyurur:
Ben ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöylece beraberiz
Öyleyse onlarla ilgilenmek, onların durumlarını düzeltmek, onların eğitimleriyle, ahlaklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek zorundayız. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın emanetidir. Müslümanların görevi bu emanete emanet sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Onların mallarını kendi mallarımızın içine katarak, onların da kazanmalarını sağlamak, onların işleriyle ilgilenmek zorundayız, çünkü onlar bizim din kardeşlerimizdir.
Bir de yetim, Kur’an’da dünyada tek olan Dürr-i yetim olan Hz. Muhammed (s.a.v) için kullanılır. Öyle kerim bir yetim ki, onun eşi ve benzeri yoktur onun. İşte böyle tek olanı da itip kakmayın. Yetimlerin en güzeline değer vermezlik yapmayın. Yetimin sözleriyle ilgilenmemezlik yapmayın. Yetimin sünnetiyle ilgilerinizi kesmeye kalkışmayın. Yetimin hayat programına ilgisiz kalmayın.
Bir zamanlar Mekke de, Resulüllah çevresini Allah’a imana çağırıyordu, olmaz diyorlardı. Allah’a iman edin diyordu, geç diyorlardı. Tesettür diyordu, geç diyorlardı. Namaz, namus, iffet diyordu, geç diyorlardı. Şimdi sizler de Ey Müslümanlar aynen onların yaptıkları gibi yetimi itip kakmaya, yetimin çağrısını kulak ardı etmeye kalkmayın.
Maddi ihtiyaçlar istendiği gibi, bir de ilim, iman istenir. Öyleyse bunları isteyeni de azarlamayacağız, kovmayacağız. Hem mal, mülk isteyenleri, hem de bizden ilim talep edenleri kesinlikle kovmayacağız, reddetmeyeceğiz. Din adına, Kur’an ve Sünnet adına bize bir şeyler sorup öğrenmek için gelenleri asla savmaya, savsaklamaya kalkışmayacağız. Tabi soruların birkaç çeşit olduğunu biliyoruz.
Adam öğrenmek kastıyla sorar. Öğrenip amel etmek, öğrendiklerini kullukta kullanmak adına sorar.
Dalga geçmek adına sorar. Kendisini sorumluluktan kurtarmak, kaçmak adına sorar. Firavun, Musa (a.s)’ya böyle yapmıştı. Veya İsrail oğulları Bakara olayında Hz. Musa’ya kaçma adına sorular soruyorlardı.
Bazen de adam bizden hiç bilmediğimiz bir dille isteyebilir isteyeceğini. Anlayamadığımız bir dille sorar. Mesela bir yere gittiniz ki orada pahalılıktan, seçimlerden, geçimlerden, yeni yıldan, Avrupa’dan, Asya’dan bahsediliyor. Öyle zırvalara dalmışlar ki ne ayet, ne hadis konuşmuyorlar. Şimdi bu adamlar lisan-ı halleriyle şöyle demiyorlar mı yani?
Biz ayet ve hadis bilmiyoruz. Eğer bilseydik biz de ayetten, hadisten bahsederdik diyorlar değil mi bu halleriyle? Öyleyse unutmayalım ki insanlar hal diliyle bir şeyler isterler. Belki ne istediklerini bile ifade edemezler ama bir şeyler söylerler tavırlarıyla. Baktık ki dayımızın kızının her yeri açık veya baktık ki komşumuzun oğlu namazsız. Amcamızın oğlu Kur’an ve Sünneti bilmiyor. Belli ki bir şeyler istiyor bu haliyle bizden. Eğer bilseydi, İslam’ı elbette böyle yapmazdı değil mi?
Baktınız ki komşunuz içki içiyor, ortağınız namaz kılmıyor, arkadaşınız faiz yiyor, talebeniz yalan söylüyor, hanımınız örgünün dışında başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Hemen anlayacağız ki onlar lisanı halleriyle bizden bir şeyler istiyorlar. Bizden kendilerine din duyurmamızı, Kitap ve Sünnet anlatmamızı istiyorlar. Onları asla reddetmeyelim, kovmayalım, savsaklamayalım da hemen onlara onların muhtaç olduğu şeyleri anlatalım.
Çünkü dün bizler de bir şey bilmiyorduk da Rabbimiz öğretti. Bugün bizim dünkü durumumuzda olanlara kızmayalım, azarlamayalım, yanımızdan kovmayalım da, Allah’ın bize öğrettiği gibi biz de onlara öğretmeye, anlatmaya çalışalım inşallah.
Yalnızca Rabbinin nimetini anıp anlat
Rabbinin nimetini de hep an, sürekli hatırla ve anlatmaya devam et. Peki acaba Allah’ın hangi nimeti vardı Resulüllah’ın üzerinde? Vahiy nimeti, risalet nimeti, Kur’an nimeti, ilim nimeti, akıl nimeti, göz nimeti, kulak nimeti, anlayış, kavrayış nimeti, yeme-içme nimeti ve sayılamayacak kadar nimetler.
Peki acaba nimeti anmak, anlatmak ne demektir? Bunu nasıl anlayacağız? Nimeti anmak, nimeti anlatmak onu onun sahibi olan Allah’ın istediği gibi kullanmaktır. Nimeti hatırlamak, nimetin vericisini hatırlamak demektir. Nimeti anmak, nimetin sahibini anmak, nimetin sahibini ve o sahibin istediklerini hatırlamak demektir.
Tabi bu hatırlama mücerret sadece hatırlayıvermek değil, onu uygulamaya koymak, amele dönüştürmek üzere hatırlamaktır. Tabii bazı hatırlamalar kavli olur, bazıları da fiili olur. Kavli olanlara hamd, fiili olanlara da şükür denir. Yani dille nimetin vericisine hamd edilirken, hayatla da teşekkür etmeliyiz.
Bu ayet-i kerimede geçen anlat kelimesinden maksat, ya Allah’ın vermiş olduğu nimetleri başkalarına da anlatarak zikretmek ve “Allah bana şu şu nimetleri nasip etti demektir; ya da bu ayet-i kerimede anlatılması emredilen nimet: Allah yoluna davet etmek, O’nun şeriatını tebliğ etmek ve ümmete İslam’ı öğretmektir Ayet-i celile, bu iki manayı da kapsamaktadır.
İnsan, dalalet ve cahiliyet içerisinde olduğu günleri hatırlamalı ve Allah’ın kendisini karanlıklardan, nura çıkartmış olduğuna şükretmelidir. Hz. Ömer (r.a) de böyle yapıyor, cahiliyet günlerinde helvadan put yapıp, acıkınca yediklerini hatırlayınca, o günlerine gülüyordu. Müslüman, Allah’ın nimetiyle zengin olduktan sonra da, fakir olduğu eski günlerini hatırlamalı ve davranışlarını ona göre ayarlamalıdır. Durumu düzeldiğinde sıkıntılı günlerini hatırlamalı, sonra da Allah kendisini o dertlerden kurtardığı için şükür vecibesini yerine getirmelidir. Bu şekilde, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin anlatımı olur ve bunun vecibelerini insanları Allah yoluna davet etmek suretiyle tamama erdirir.
Kulun şükrü, üç rükun üzere kuruludur. Bunların hepsi bir arada olmayınca kul, şükür etmiş sayılmaz. Bunlar:
∟ Allah’ın vermiş olduğu nimetleri itiraf etmek,
∟ Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve sena etmek,
∟ Bu nimetleri, Allah’ın rızasını kazanacak işlerde kullanmaktır
Allah’ın vermiş olduğu nimetleri itiraf etmek, bu nimetleri kendi tecrübemize, zekamıza, çabamıza, makamımıza, şöhretimize ve kuvvetimize değil; sadece Allah’a dayandırmaktır. Karun, kendisine verilmiş olan nimeti, kendi bilgisine ve becerisine dayandırınca Allah onu, bütün malı ve mülkü ile yerin dibine sokmuştur. Bunun için, normal olarak kişi, kendisine bütün bu nimetleri veren Allah’a şükretmelidir. Sonra, kendisine nimet verenin Allah olduğuna yakinen iman eden ve O’na hamd ve sena eden kişi, kendisine verilen bu nimetleri Allah’a isyan yolunda kullanmaz.
Kendisine mal verilen kişi, faizle para vermeyeceği gibi, sıhhat ve afiyet verilen kişi de, insanlara karşı zor kullanarak, onlara zulmetmez; ibadetleri terk etmez. Bu rükünleri gereği gibi eda ettiğimiz zaman, hiç şüphe yok ki Allah bize vermiş olduğu nimetleri çoğaltacak ve Kerim olan kitabında Şükrederseniz, andolsun ki size arttıracağız (İbrahim 7) buyurarak, vaat etmiş olduğu üzere, o nimetleri bereketlendirecektir.
Rabbimiz Peygamberine pek çok nimet vermiştir. Akıl, göz, kulak gibi nimetlerin yanında Peygamberlik nimeti, Kur’an nimeti, yol, yordam bildirme nimeti, alemlere peygamber olarak görevlendirme nimeti, alemlere rahmet yapma nimeti gibi pek çok nimetleri vardır Rabbimizin.
Rabbimizin tüm nimetlerini hatırlayıp o nimetleri Onun yolunda kullanmak zorundayız. Hangi nimetler var üzerinizde bir hatırlayın. Akıl nimeti mi var? Akıllı mısınız şu anda? Onu Allah’ın istediği gibi, Allah’ın istediği yerlerde kullanın, böylece Allah’ın nimetini anın. Onu sadece para kazanmanın peşinde, ya da fizik problemleri, kimya denklemleri çözmenin peşinde değil de, biraz da vahyi tanımada kullanın, böylece Rabbinizin nimetini anın.
Birisi dille ötekisi de amelle olmak üzere nimetlere şükredeceğiz. Nimetlerin sahibini hatırlayacağız. Ama bu hatırlama şu anda insanların pek çoğunun yaptığı gibi olmayacak. Nasıl? Elhamdülillah, Allah bana akıl verdi. Aklımı iyi yaratmış Rabbim. Öyleyse ben de aklımı iyi kullanıp iyi bir bilgisayar mühendisi olayım da insanlara faydam dokunsun. Veya iyi bir doktor olayım da insanların sağlığına hizmet edeyim
Hayır! Onlar mı verdi sana bunu da onların hizmetinde kullanıyorsun? İnsanlara hizmet için iyi sanatkar olayım diyor adam. Niye? Niye insanlar adına? Niye insanların hizmeti için? İnsanlar mı verdi o aklı sana? Elhamdülillah sesimi güzel yaratmış Allah. Öyleyse ben de iyi bir sanatkar olayım da insanları eğlendirmek için güzel sanatlar icra edeyim diyor adam değil mi? Hakkımız var mı buna? Kimin verdiğini kimin hizmetinde kullanıyoruz?
Kime muhtaçken kime minnet duyuyoruz? bunu çok iyi düşünmek zorundayız. Dil ve göz vermiş Allah. Bunlarla Kur’an oku bolca. Sabah oku, akşam oku, gündüz-gece oku, sürekli oku. Peki nasıl okuyoruz Kur’an-ı? Metnini okuyoruz sadece. Manaya nüfuz etmeden, okuduğumuzu anlamadan, anlayıp da hayatı onunla düzenleme endişesi duymadan okuyoruz. Biraz da hayata okuyalım. Uygulama, anlama adına okuyalım biraz da.
Halbuki biz kendimiz anlayacağız ve başkalarına da anlatacağız. Okuduğumuzu, öğrendiğimizi kendimiz yapacağız, yaşayacağız, uygulayacağız, başkalarına da anlatacağız.
Kaynak: Ali Küçük / Besairu’l Kur’an