Dua ile Kader Değişir mi, Dua Kaderi Değiştirir mi?

Kader olarak belirlenmiş olan şeyin sebeplere bağlı olarak takdir edilmiş olması ki bu sebeplerden biri de duadır
Duaya konu olan şey kader olarak belirlenmişse, kul duasında o şeyi dilese de, dilemese de gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Kader olarak belirlenmemişse, kul duasında o şeyi ister dilesin, ister dilemesin gerçekleşmeyecektir!
Bir grup insan bu meselenin doğruluğuna kanaat getirerek duayı terk etmiş ve duada hiçbir fayda bulunmadığı görüşünü savunmuşlardır. Bu kişiler -aşırı derecedeki cehalet ve dalaletleriyle- kendi içlerinde tenakuz yaşamaktadırlar. Zira benimsedikleri bu görüşü / mezhebi takip etmek her türlü sebebin atıl bırakılmasına, işlevsizleştirilmesini gerektirmektedir.
Mesela bunlardan birine şöyle denilebilir:
Açlık ve susuzluk ihtiyacının giderilmesi senin için kader olarak belirlenmiş olsa, yesen de, yemesen de bunların vuku bulması kaçınılmaz olacak; kader olarak belirlenmemişse, yesen de, yemesen de vuku bulmayacaktır.
Çocuk sahibi olmak senin için takdir edilmişse, hanımınla ve cariyenle ilişkiye girsen de, girmesen de çocuğun mutlaka olacak; takdir edilmemişse olmayacaktır. Dolayısıyla evlenmeye ve cariye sahibi olmaya herhangi bir ihtiyaç yoktur.
Örnekleri bu şekilde çoğaltmak mümkün…
İmdi aklı başında biri ya da herhangi bir insan böyle bir şey söyleyebilir mi?
Hatta bir şey bilmez, bir şeyden anlamaz hayvanların dahi fıtratları, yaşamlarının bağlı olduğu sebeplere sarılmaya göre ayarlanmıştır. Demek ki hayvanlar, bu tür kimselerden de, daha şaşkın vaziyette olan kimselerden de daha akıllı daha anlayışlı durumdadır.
Bazıları ise daha zekice davranarak duayla meşgul olmanın soyut ibadet kapsamında olduğunu, Allah’ın dua eden kişiye bu davranışından ötürü sevap bahşedeceğini ve duanın talep edilen şey üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını söylemişlerdir.
Zeki görünmeye çalışan bu tür kişilere göre, dua etmekle kalben veya lisanen dua etmekten geri durmak arasında talebin gerçekleşmesine etki bakımından fark yoktur. Duanın talep edilen şeyle irtibatı, onlara göre sükut etme irtibatıyla aynıdır, yani hiçbir etkisi yoktur!
Bunlardan daha zeki bir kesim ise duanın, ihtiyacın gerilediğine işaret olmak üzere Allah tarafından belirlenmiş soyut bir alamet olduğunu söylemektedirler. Yani Allah’ın kulu dua etmeye muvaffak kılması, o kişinin ihtiyacının giderilmiş olduğuna dair bir alamettir/emaredir. Bu durum, kışın gördüğümüz soğuk ve kara bulutun yağmurun yağacağına delil/alamet olmasına benzemektedir.
Sevapla birlikte itaatlerin, ceza ile birlikte küfür ve masiyetlerin de aynı durumda olduğunu söylemişlerdir. Yani itaatler ve masiyetler, sevabın ve cezanın sebepleri değil ancak emareleridir.
Onlara göre kırmakla kırılmak, yakmakla yanmak, ölmekle öldürmek… Bunların hiçbiri kesinlikle bir sebep değildir! Bu eylemler ile ardından oluşan sonuçlar arasında sebep-sonuç ilişkisi bakımından bir etkileme, normal bir beraberlik dışında herhangi bir irtibat yoktur.
Bu görüşü benimseyenlerin duyulara, akla, şeriata, fıtrata ve aklı başında olan diğer taifelere muhalefet etmişler, aklı başında olan kimseler karşısında kendilerini gülünç duruma düşürmüşlerdir.
Doğrusu, bu noktada, bu meselede dile getirilmeyen üçüncü bir kısım daha vardır: Kader olarak belirlenmiş olan şeyin sebeplere bağlı olarak takdir edilmiş olması -ki bu sebeplerden biri de duadır-.
Yani kaderde belirlenmiş olan şey, sebebinden soyutlanmış olarak takdir edilmiş değildir. Sebebiyle birlikte takdir edilmiştir. Dolayısıyla takdir edilmiş olan şey, kul sebebi yerine getirdiği zaman vuku bulur. Kul sebebi yerine getirmezse, takdir edilmiş olan şey de gerçekleşmez.
Açlık ve susuzluğun giderilmesi, yeme-içme; çocuk sahibi olmak, cinsel ilişki; topraktan mahsulün alınması, tohum ekme; hayvanının canının çıkması, boğazlanması sebebine bağlanmış olarak takdir edildiği gibi cennete girmek de, cehenneme girmek de işlenen amellere bağlı olarak takdir edilmiştir.
Hak olan budur!
Bu meselenin mahrum kılınan, muvaffak olunamayan kısmı işte bu kısımdır.
Buna göre dua, en güçlü sebeplerdendir
Dua etme sebebine bağlı olarak dua edilen konunun / dileğin gerçekleşmesinde duanın bir etkisinin / faydasının olmadığını söylemek doğru olmaz.
Nitekim yemenin, içmenin diğer hareket ve çalışmaların faydasının bulunmadığını söylemek de aynı şekilde doğru değildir.
Sebepler arasında duadan daha faydalı, istemenin elde edilmesinde daha etkili başka bir sebep yoktur.
Ömer b. el-Hattab (r.a) dua ederek, düşmanına karşı destek isterdi. Bu, en önemli askeri duasıydı. Arkadaşlarına: Siz sayı çokluğu sebebiyle zafer kazanmıyorsunuz. Sizin zaferiniz, gökten gelmektedir derdi.
‘Ben kabul olunup olunmama derdini değil dua edip edememe tasasını taşıyorum. Dua etme ilhamına mazhar olduğunuzda icabet de onunla birlikte gelir diyordu
Dua etme ilhamına mazhar olanın duasının kabul olunacağı murad edilir. Zira Allah (c.c): Bana dua edin, size icabet edeyim (Mümin 60)’ buyurmuştur.
Resulüllah (s.a.v): Kendisinden dilekte bulunmayana Allah gazap eder duyurmuştur. Bu hadis-i şerif de göstermektedir ki Allah’tan dilekte bulunmak ve O’na itaat etmek, içinde Allah’ın rızasını barındırmaktır. Rab Teala razı olduğu takdirde ne ala! Çünkü hayır tamamıyla O’nun razı olmasında, bela ve masiyet de tamamıyla O’nun gazap etmesindedir.
Akıl, nakil, fıtrat ve -etnik yapılarının, din ve diyanetlerinin farklılığıyla birlikte- çeşitli milletlerin deneyimleri göstermiştir ki Alemlerin Rabbine yakın olmak, O’nun rızasını talep etmek, yarattığı varlıklara iyilik ve ihsanda bulunmak her türlü hayrı celbeden en önemli sebeplerdendir. Bu sayılanların zıtları da her türlü şerri çeken en büyük sebeplerdendir. Allah’a itaatte, O’na yakın olma çabasına ve mahlukatına iyi davranmaya denk bir başka şey sebebiyle Allah’ın nimetleri celbedilmiş, gazabı bertaraf edilmiş değildir.
Allah, dünyadaki ve ahiretteki hayırların elde edilmesini de, dünyadaki ve ahiretteki şerlerin hasıl olmasını da Kitabında -şart ile cezanın, illet ile malulün, sebep ile müsebbebin birbirine bağlanması gibi- işlenen amellere bağlanmıştır.
Özetle başından sonuna kadar Kur’an, verilecek olan karşılığın hayra ve şerre, varlığa ve emirlere dair hükümlerin sebeplere, hatta dünyaya ve ahirete ilişkin hükümlerin, maslahat ve mefsedetlerin dahi sebeplere ve amellere bağlanmış olduğu konusunda oldukça açık ve nettir.
Bu meseleyi en iyi şekilde anlayıp fıkheden ve hakkını vererek üzerinde düşünen kimse en üst düzeyde yararını görecektir.
Cehaletinden, acizliğinden, tefrite sapmasından ve ziyankar tutumundan ötürü kadere yaslanıp güvenen kimsenin gösterdiği tevekkülü acziyet, acziyeti ise tevekkül halini alacaktır.
Fıkıh sahibi -tam anlamıyla fıkıh sahibi- olan kimse ise kaderi kaderle karşılar; kaderi kaderle savar; kadere kaderle karşı koyar! İnsanın bundan başka bir şeyle yaşam sürmesi mümkün değildir. Açlık, susuzluk, soğuk türlü korkular ve çekinceler hep kaderdendir. Yaratılmışların hepsi kaderi yine kaderle savma çabasındadır.
İşte bu şekilde, Allah’ın muvaffak kıldığı ve doğruluğu ilham ettiği kimse, uhrevi ceza kaderini tevbe, iman ve salih amel işleme kaderiyle savar. Dünyada korkulan kaderle bu kaderin mukabili, zıddı birbirine eşittir. Çünkü iki alemin de Rabbi aynıdır. hikmeti aynıdır; hikmeti birbirine aykırı değildir, birbirini iptal etmez.
Kıymetini bilen ve hakkıyla riayet edenler için bu mesele en önemli meselelerdendir. Allah yardımcımız olsun
Kaynak: İbnu’l Kayyım el-Cevziyye / ed-Dua ve’d Deva (Kalbin İlacı) / bkz: 52-60