Özgürlük, insanın var olmasıyla başlar. Henüz küçük bir bebek iken bile, her ne kadar hayatın çeşitli riskleri karşısında onun güvenli kollarına sığınsak da, annemize yer yer itiraz eder, ağlar, bağırır ve özgürlük alanımızı genişletmeye çalışırız. Zaten üç-dört yaşlarından itibaren, gittikçe artan bağımsızlık ve özgürlük taleplerimiz hayat boyu devam edecektir.
İyi de, nasıl bir şeydir ki bu özgürlük, ekmek gibi, su gibi varlığına ihtiyaç duymakta ve yokluğunda muzdarip olarak “yaşamıyor gibi, yaşamıyor gibi yaşamaktayız? Özgürlük, kimilerinin anladığı yahut anlamak istediği gibi kesinlikle bir anarşizm değil, tercihlerimizi kendi irademizle yapabilme isteğimizdir. Bütün öğrendiklerimiz, yaşantılarımız ve sorgulamalarımızın bize kattığı zihinsel, duygusal ve davranışsal gelişim ve olgunluğumuzun temel motivasyonudur.
Kendi özgür irademizle aldığımız kimi kararlar, bizim için birer hayal kırıklığı ve acı ile sonuçlansa da, bizi daha olgun ve üretken hale getirir.
Kendi içinde özgürleşemeyen ama dış dünyada özgür gözükenler, insancıllaşmayı ve faydalı bir insan olmayı da beceremezler. Çünkü dış dünyada gerçek anlamda özgürlük alanı bulabilmek, sadece görünen davranışlarla ilgili bir konu olmayıp, içsel dinamikleri vardır. Özgürlüğün asıl önemli yönü de, insanın kendi içine yönelen bu tarafıdır.
İnsan ilahi bir potansiyelle dünyaya gelir. Bu potansiyeli fonksiyonel hale getirebildiği oranda kendini doğru çözümleyebilmiş demektir. Eğer insan, kendi tutkularının, baskılanma ve ötelenme neticesinde yaşadığı nevrozların etkisiyle, kendi içinde çatışmalı olursa, kendi özgün ve özgür kimliğini ortaya çıkaramazsa
Hz. Mevlana’nın belirttiği gibi;
Bu durumdaki kendi iç derinliğine bile uzanamayan, aradaki bariyerlere takılıp kalan bir insanın, dış dünyaya güvenle ve pozitif bakabilmesi nasıl mümkün olabilir?
İçindeki varlık kaynağından uzaklaşarak, önce kendi içinde özgürlüğünü yitiren kişi, dış dünyada nasıl özgür olabilir?
Böyle bir insan, tüm avazının çıktığı kadar “ben özgürüm” diye bas bas bağırsa da, yaşadığı şey, olsa olsa bir özgürlük yanılsaması olabilir. Çünkü zemini olmayan bir özgürlük algısı, sağlıklı ve doğru bir algılama olamaz.
Böyle bir birey, her ne kadar özgür olduğuna kendini inandırsa da, içini kemiren varoluşsal korku ve kaygılarından uzak kalamaz.
O halde, bizleri içimizdeki gerçek ve var olan ben ile buluşturacak ve aradaki bariyerleri yok edecek, tutkularımız ve ihtiraslarımızın esaretinden bizi özgürleştirecek bir motivasyona ihtiyacımız vardır.
İşte bu güç, içimizdeki bu gerçek ben ile bizi buluşturarak iç özgürlüğüne kavuşturacak ve bizi sıradanlaştıran dış dünyadaki bağlarımızdan kurtararak özgürleştirecek ve daha güvenli ve güçlü kılacak olan, binlerce yıldır minarelerden yükselen o gür seda yani Ezan-ı Muhammedi‘dir.
Esaretten kurtuluş müjdesini vererek, kurtuluş yolunu gösteren hem iç, hem dış özgürlüğün sesidir ezan. Yalnızca Allah’a yani varlık kaynağına kul ol ki, ruhunu harabeye çeviren bağların çözülsün! Dinle ezanı ve her ifadesinde içinde keşfe çık!
En derin yere varınca, “eşref-i mahlukat” olmanın sırrını keşfet! Bir Mevlana ol derinleştikçe ve bağları kopar dünyanın süfli arzularından! Gönülden kulak verip dinlersen, ezan seni alıp götürecektir gerçek özgürlük ülkesine! Yaratanın merhamet ve şefkat ikliminde yeniden var olacaksın.
Yalnız Allah’a, var eden ve yaşatana, rızık veren ve merhamet edip bağışlayana bağlı kalacaksın. Onunla bir ve bütün oldukça, özgürlüğün tadını alacaksın.
Tefekkür etmek ve iç aleminde derinleşmek, davranışlara yansıyacak ve davranışlar da iç alemindeki derinlik ve özgürlüğü genişletecektir.
Namaza koşup aldığın tekbirle, seni çevreleyen dünyevi bağ ve ihtirasları elinin tersiyle itmeli ve sadece Allah’a kul olduğunu kendine sürekli hatırlatmalısın. Çünkü özgürlüğü elde etmek kadar, elde tutabilmek de gerekir.
Bunu her an hatırla ve aklından bir an olsun çıkarma! Yalnızca Allah’tır bu varlığın kaynağı ve varacağı! Senin özgürlüğün O’nda ve ordadır. Bunun dışındaki özgürlük çağrıları, ancak esarete götüren hile ve tuzaklardan ibarettir. Sahte özgürlük kamuflajıdır.
Özgürlüğün gür bir seda ile çağrısı diyebileceğimiz ezan, iç dünyamızda olduğu gibi, dış dünyadaki özgürlüğün de hem zemini, hem yaşatıcısıdır.
Eğer bir toplumda, bir ülkede, ezan sesi gür bir şekilde yankılanamazsa, iç özgürlüğe giden yollar da paslanıp tıkanabilir. Nitekim ezan sesi, ancak özgür Müslüman toplumlarda bizi bağlarımızdan kurtuluşa çağırabilir.
O halde ezan okundukça bir ülkenin semalarında ve nakşoldukça Müslüman yüreklere, korkuya ve kaygıya yer olamayacaktır.
Yürekten kulak verince ezan sesine;
Bizi kuşatan tutku ve ihtiraslarımız, dünyevi bağlarımız, kin ve düşmanlıklarımızın kilitlediği gönül kapılarımız açıldıkça açılacak, bizi önce gönlümüzde, sonra çevremizde özgür kılacaktır. Böylece mümin yürekler özgürce sevda kuşları uçuracaktır tüm insanlığa.
Tüm benliğimizi kuşatan huzur hissi, içimizi Rabbimize şükran ve minnet hisleriyle dolduracaktır. Esaret altındaki insanlar ve ülkeler için de Rabbe yakarmak ve yardımcı olmak arzusu pekişecektir.
Özgür olabilmek ve özgür kalabilmek için, ezan sesi hiç susmasın ve her dem yankılansın semalarımızda Rabbim! Ezan okunsun ki ruhlarımız, bedenlerimiz ve benliklerimiz daim özgür kalsın!
Kaynak: Doç. Dr: Mustafa Doğan Karacoşkun / Diyanet Aylık Dergisi Eki / Ekim 2009 / bkz: 19-21