İnsanlar sonu gelmeyen isteklerin peşinde koşuşturup dururken, hayatın monotonluğundan ve sıkıcılığından yakınırlar. Ancak, içlerinde bulunduğu yoğun meşguliyetlerin arasında çevrelerinde olup biten pek çok şeye de kayıtsız kalırlar.
Görülmeye değer pek çok güzellik görülmez, hissedilmeye değer pek çok duygu yaşanmaz olur.
Sonra da ruhun ihtiyacı, yapay güzelliklerle, vitrin camlarındaki pahalı eşyalarla, aksesuarlarla karşılanır. Dost denilen insanlarla ev eşyasından giyime kadar pek çok şey de yarışılır.
İşte bu haller yaşanınca görülmez olur güneşin batışı! Anlaşılmaz olur yağmurun çiseleyişindeki huzur! Fark edilemez olur bir bebeğin yüzündeki tatlı tebessüm!
Sevgiye gereken zaman ayrılmamasından; sevgilinin elini tutarak yürümenin zevkinden, birlikte mutfağa girerek yemek pişirip baş başa yemek yemenin verdiği tattan, duygusal pek çok yaklaşımdan mahrum kalınır.
Aile bireylerine karşı gereken sorumluluklar yerine getirilmeden pek çok konuya ilgisiz kalınır.
Ruhlar, birlikte olunan insanlardan çok farklı bir yerde dolaşırlar. Gittikçe daralan ruhun acısını dindirmek için çözüm psikologlar da ve onların vereceği ilaçlarda aralanır. Ne yazık ki bunların geçici çözümler ve içteki yangının ancak ruhtan gelen sesi dinlemek olduğu görülmeden, boş telaşlarla yoğrulmaya devam edilir.
Tatlı ya da acı çoğu acı olaylara kayıtsız kalmaları, gittikçe daha duygusuz bireyler haline gelmeleri.
Şehrin verdiği stresten uzak, köylerde yaşayan insanlar daha mutlu. Şehirlilerden daha huzurlu. Belki çok emek verip az kazanıyorlar ama ruhunda bambaşka bir sükunetin tadını buluyorlar. Bedenleri ile ruhlarını bir arada tutmayı başarıyorlar.
Beden ile ruhun birbirinden uzak düşmesi bir filim karesinde şöyle fotoğraflanıyor;
▬ Kayıp şehri araştırmakta olan arkeologlar, beraberindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor tabiat koşullarında balta girmemiş ormanlar içerisinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş. Fakat günlerden bir gün kafilenin bir kısmı durmuş.Taşıdıkları yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere biran önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk için de sadece bekliyorlarmış. Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin bilimden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade etmiştir: Çok hızlı gidiyoruz.
Bazen kendinizi sebepsiz yere yorgun, her şeye karşı güçsüz hissedersiniz. Bedeniniz de ne olup bittiğini anlayamaz, bu halinizin sebebini kendinize sorar durursunuz. Yüreğinizin daraldığını, tüm bedeninizin yandığını hissedersiniz. Aslında ruhunuzdur yorgun düşmüş olan, dinlenmeye ihtiyaç duyan. İşte ruhunuz bu koşuşturmaların içinde ihmal edilmişliğin, unutulmuş olmanın acısını yaşar. Bedeniniz hayat yarışında ileriye giderken ruhunuz bedeninize yetişemeden çok geride kalır.
Daha mutlu bir yaşam için ruhunuzun bedeninizden ayrı düşmesine izin vermeyin. Yaşamımızdaki pek çok güzelliğin ve küçük mutlulukların tadını çıkararak, ruhunuzun gıdasını verin.
Kaynak: Betül Erdoğan / Kalbin Mutluluk Rehberi / bkz: 106-108