Hazret-i Peygamber’in “Ameller niyetlere göredir” sözünde bu mana açık bir şekilde ifade edilmiştir. Gerçekten, insana sevab kazandıran fiil, sağ elin sadaka vermesinden ziyade,, niyetin sadaka vermeye yönelmesidir.
Niyeti, fakire sadaka verdiği zaman çevresini aldatmak olan kimse, sadaka veren sağ elin fiiliyle sevap kazanacak değil, fakat kalbinde gizlediği fesat niyetine göre ıkaba maruz kalacak, hiç olmazsa tasaddukla hasıl olacak sevabı kaybedecektir.
Bunun gibi, camide safları yararak, veya cemaatin omuzları üzerinden ayak atarak ön safta mekan tutan kimsenin niyetinde, şeref alameti olan alnını yerlere sürerek ubudiyetini Halık’ına arz etmekten ziyade, fiilini cemaate göstermek arzusu hakim olursa, o kimsenin kazancı, kendisini ön safa götüren, veya rüku ve secdeye vardıran uzuvları yönünden değil, onu bu fiilleri işlemeye sevk eden niyeti yönündendir.
Bu, şu demektir ki;
İnsanın, camie girmekle veya ön saflarda mekan tutarak rüku ve secdeye varmakla izhar ettiği fiil veya amel (ki biz buna namaz diyoruz), ancak niyetin peşinden giden ve ona tabi olan hareketlerden ibarettir.
Niyet ise, bu hareketlere kendi damgasını vurur, onları kendi rengiyle renklendirir ve onlara kendisinin sahip olduğu değeri kazandırır. İşte bu sebepledir ki, Hz Peygamber (s.a.v), yukarıda zikrettiğimiz hadisinde, “Amellerin niyetlere göre hesap edileceğini” veya “değerlendirileceğini” beyan buyurmuştur.
İslam uleması, ibadetlere ve bazı muamelata taalluk eden amellerde niyeti şart koşmuşlardır; esasen, Hazret-i Peygamber (s.a.v) in mezkur sözünden anlaşılan diğer bir mana da budur:
Bu, bir bakıma niyetsiz amelin sahih sayılmayacağı ve sahibine fayda sağlamayacağı manasındadır. Filhakika bazı mezheplere göre namaz için alınan abdestte, gusül ve teyemmümde niyet şart olduğu gibi, namazda, zekatta, oruç, hac, i’tikaf ve şair ibadetlerde, talak, ıtak ve kazf gibi bazı muamelatta da niyet şart olarak ileri sürülmüştür.
Bu bakımdan, amellerin başlangıcında niyetin hatırlanması onların rüknü, niyete muhalif amelde bulunulmaması da şartı sayılmıştır.
Bu sebeple, yalnız ibadetlerde değil, insanoğlunun her türlü dünyevi hareketlerinde de kendisi için bir kazanç kaynağı ve Allah’a (c.c) yaklaşma vesilesidir. Yemek içmek veya karın doyurmak, insanın tabii ihtiyacıdır ve bu ihtiyacın günün muayyen saatlerinde giderilmesinde, vücudun sağlığını korumaktan veya normal hayatı devam ettirmekten başka bir gayenin bulunmadığı aşikardır.
Bununla beraber insan, karnını, Allah’a (c.c) itaat etmek için kuvvet kazanmak niyetiyle doyurursa, sevap ve ıkab yönünden hiçbir değeri olmayan mücerred “yemek” fiili, bu niyetle sevap yönünden değer kazanır ve sahibine de sevap kazandırır.
Menhiyattan olan fiillerden sakınmada ve emrolunan fiillere mübaşerette de niyetin ölçü olduğuna şüphe yoktur.
Mesela;
İslam Dini sarhoş edici bütün içkileri haram kılmıştır, insan, ya Allah’ın nehyi dolayısıyla içkiden sakınır ve bu sakınmada Allah’a (c.c) yakın olma niyeti taşır; yahut da içkiye karşı alerjisi vardır; içtiği zaman rahatsızlık hisseder; ve içmekten vazgeçer; veya içki bulamadığı için içmez.
Bu, tıpkı gönlünü eğlendirecek kadın bulamadığı için namuslu geçinen erkeklerin misalidir.
Birinci şıkta, Allah’a yakın olmak niyetiyle günahtan sakınan kimse, bu niyetine göre sevap kazandığı halde, ikincileri bu sevaptan mahrum kalırlar; ne var ki, nehyolunan fiili işlemedikleri müddetçe de ıkabtan kurtulurlar.
İşte, açıklamağa çalıştığımız bu mana, Hazret-i Peygamberin (s.a.v);
İslam’ın henüz yeni yeni yayılmaya başladığı ilk devirlerde, Mekke müşriklerinin Hazret-i Peygambere ve O’nun ashabına karşı yönelttikleri tecavüz ve hakaretlerin ne derece şiddetlendiği ve haddi ne derece aştığı;
Bu sebepten, evlerinin bir köşesinde Allah’a (c.c) ibadet etmekten ve nefislerini beşeri kötülüklerin kalıntılarından temizlemekten başka gayeleri olmayan müslümanların, Allah’a karşı bu kulluk vazifelerini bile rahatça ve korkusuzca yapmak imkanından mahrum kaldıkları, İslam tarihi okuyan herkesin malumudur.
Yine bilinir ki, önceleri sokaklarda ve Ka’be civarında dille başlayan sataşma ve hakaretler, İslam’a girenlerin süratle çoğalması neticesinde fiili tecavüzlere inkılab etmiş, müşrikler tarafından zaman zaman yakalanan Müslümanlar, çeşitli işkencelere maruz bırakılarak dinden dönmeye zorlanmışlardır.
Bu işkencelerin tahammül edilmez bir hal alması üzerine, başta Hazret-i Peygamber (s.a.v) olmak üzere Ebubekir (r.a) ve diğer müslümanlar, evlerini barklarını, mallarını mülklerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmişlerdir.
Gittikleri şehirde iş bulmak, karın doyurmak ve hatta evli iken yalnız kalmak gibi karşılaşmaları mukadder olan çeşitli sıkıntılar onlar için hiçbir endişe kaynağı olmamış, yalnız Allah (c.c) için ve Allah (c.c) yolunda hareket etmenin mutluluğu içinde her türlü sıkıntıya gönül rızasıyla göğüs germişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de, muhacirlerin bu halini tavsif eden şu ayet varid olmuştur:
Ayet-i kerimede, Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanların niyetlerine işaret edildiği açık bir şekilde görülmektedir. Çeşitli işkencelere maruz kalmalarına rağmen, Allah’ın rızasını kazanmak, dinine ve Peygamberine yardım etmek niyetiyle evlerini ve mallarını bırakmışlar, daha başka sıkıntılarla karşılaşmaları mukadder olan Medine’ye hicret etmişlerdir.
Bu bakımdan hicretleri Allah’a ve Resulüne müteveccih olmuş, aynı zamanda, kalplerinde taşıdıkları niyet, ayette görüldüğü şekliyle onları Allah’ın senasına mazhar kılmıştır.
Rivayet olunduğuna göre, Mekkeden Medine’ye hicret edenler arasında bir şahıs vardı ve Ummu Kays isminde bir kadınla evlenmek istiyordu. Ancak Ummu Kays, bu şahsın kendisiyle evlenebilmesi için onun da Medine’ye hicret etmesini şart koşmuştu. Şahıs, bu şartı çaresiz kabul etmiş ve hicretinden sonra da Ummu Kays ile evlenmişti.
Bu hadiseden dolayı adam Medineliler arasında “Ummu Kays’ın muhaciri” manasına gelen Muhaciru Ummi Kays lakabıyla anılmaya başladı. Daha sonraları, Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) yukarıda zikrettiğimiz hadisine vürud sebebi olduğu sanılan bu vaka, Mekke’den Medine’ye hicret eden ve yukarıda da belirttiğimiz gibi;
Allah-u Teala’nın senasına mazhar olan müslümanlardan farklı olarak, Muhaciru Ummi Kays’ın nasıl bir niyetle hicret meşakkatine katlandığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Muhaciru Ummi Kays da diğer Müslümanlarla beraber Medine’ye hicret etmiş, onlar gibi yolculuğun çeşitli güçlüklerine göğüs germiştir. Belki o da diğerleri gibi malını mülkünü Mekke’de bırakmış, evi varken evsiz, işi varken işsiz kalmış, zengin iken fakir olmuştur.
Bununla beraber, onu diğerlerinden ayıran bariz bir fark vardır ve bu fark, onun niyetindedir. Diğerleri hicrete niyet ettikleri zaman maksatları Allah’ın dinine ve Peygamberine hizmet etmekti; kısacası hicretleri Allah’a ve Resulüne idi. Halbuki Muhaciru Ummi Kays, hicrete niyet ettiği zaman Ummu Kays ile evlenmeyi düşünüyordu; yani hicreti bir kadına müteveccih idi.
Nitekim Hazret-i Peygamber (s.a.v), hadisinin son kısmında bu gerçeği ortaya koyarak şöyle buyurmuştur:
Yukarıdan beri bazı misallerle açıklamaya çalıştığımız hadis-i şerifin, ferd olarak ibret alacağımız hikmetleri pek çoktur. Bunların başında niyetlerin düzeltilmesi gelir:
Bakkal, manav veya tüccar, yalnız para kazanıp kesesini doldurmak yerine, hizmetleri halkın ayağına getirdiği için Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle ticaret yaparsa, tartısında veya ölçüsünde hieye kaçacağı tasavvur olunabilir mi?
Memur, Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle halkın işini kolaylaştırır ona güçlük çıkarmazsa rüşvet alacağı düşünülebilir mi?
Biz, hangi meslekten olursa olsun, fertleri aynı niyetle faaliyet gösteren bir toplumun geri kalacağını, veya halledilmemiş müşkiller arasında bocalayıp duracağını tasavvur edemiyoruz.
Kaynak: Doç. Dr. Talat Koçyiğit / Diyanet İlmi Dergisi / Mart 1971 / bkz: 6-10
(1-Haşr Süresi 8)