Bir zamanlar iki adam bir havuzda yıkanmış, fevkalade bir tesir altında kendilerinden geçmişler. Gözlerini açtıkları vakit hayret verici bir aleme götürüldüklerini görmüşler.
Bu öyle bir alem ki, kusursuz düzeniyle bir memleket, bir şehir, hatta bir saraya benziyormuş. O iki adam son derece hayret içinde etraflarına bakmış, görmüşler ki:
O hayret verici alemi gezerek seyretmişler. Yine görmüşler ki, farklı bir tarzda konuşan bir kısım varlıklar var, fakat onlar dillerini bilmiyor. Yalnız işaretlerinden, o varlıkların önemli işler gördüğü ve mühim vazifeler yaptığı anlaşılıyor
O iki adamdan biri, arkadaşına demiş ki:
Öteki adam şöyle demiş;
Arkadaşı cevap vermiş:
O serseri adam tekrar demiş ki;
Akıllı arkadaşı da ona;
O serseri dönüp demiş ki:
Arkadaşı şöyle cevap vermiş:
Birinci Delil: Gel, her tarafa bak, her şeye dikkat et. Bütün bu işlerin arkasında gizli bir el işliyor. Çünkü bak, bir dirhem kadar kuvveti olmayan, çekirdek kadar küçük bir şey, binlerce kendinden daha ağır yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuru olmayan şeyler gayet hikmetle iş görüyor.
Demek hiçbiri kendi kendine işlemiyor; onları işleten gizli bir kudret sahibi vardır. Eğer kendi kendine olsa, baştanbaşa gördüğümüz bu memlekette her işin bir mucize, her şeyin mucizeli birer harika olması gerekir. Bu ise bir safsatadır.
İkinci Delil: Gel, bütün bu ovaları, meydanları, konakları süsleyen şeylere dikkat et. Her birinde o gizli Zat’ı bildiren işler oluyor. Adeta hepsi birer imza, birer damga gibi, o görünmeyen Zat’tan haber veriyor.
İşte gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktan ne yapıyor! Kaç top çuha, patiska ve çiçekli kumaş çıkıyor; ne kadar şekerleme, yuvarlak tatlı köfte yapılıyor ki, bizim gibi binlerce adam giyse ve yese yeter. Hem bak, demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını o görünmeyen avucuna alıyor, bir et parçası haline getiriyor.
İşte ey akılsız adam !
Üçüncü Delil: Gel, şu hareket eden antika sanat eserlerine bak. Her biri öyle bir tarzda yapılmıştır ki, adeta bu koca sarayın küçük birer örneğidir. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük, hareket eden makinelerde de bulunur. Hiç mümkün müdür ki, bu hayret verici sarayı, ustasından başka biri küçük bir makineye yerleştirsin! Hem hiç mümkün müdür ki, bütün bir alemi içine alan, kutu kadar bir makinede tesadüfi veya abes bir iş bulunsun!
Demek, gözün gördüğü bütün antika, benzersiz makineler, o gizli Zat’ın birer damgası hükmündedir. Belki birer ilancı, birer ilannamedir. Hal diliyle şöyle derler:
Dördüncü Delil: Ey inatçı arkadaş! Gel, sana daha hayret verici bir şey göstereyim. Bak, şu memlekette bütün bu işler, şeyler değişti, değişiyor. Hiçbir şey belli bir halde durmuyor. Dikkat et, bu gördüğümüz cansız cisimler, hissiz kutular, her şeye hükmeden birer varlık şeklini alıyor. Adeta her bir şey bütün eşyaya hükmediyor. İşte yanımızda ki şu makineye bak, sanki emir veriyor ve onun donatılması, işlemesi için gereken maddeler uzak yerlerden koşup geliyor. İşte bak! O şuursuz cisim adeta işaret ediyor ve en büyük bir cismi kendine hizmetkar yapıyor, işlerinde çalıştırıyor.
Daha başka şeyleri de bunlara kıyasla. Adeta her bir şey, bu alemdeki bütün varlıkları kendine itaat ettiriyor. Eğer o gizli Zat’ı kabul etmezsen, O’nun bu memleketin taşında, toprağında, hayvanlarda ve insan misali varlıklarda görünen bütün hünerlerini, sanatını, kemal vasıflarını tek tek o şeylere vermen gerekir.
İşte, aklın uzak gördüğü mucize sahibi bir tek Zat’a bedel, milyarlarca şeyin O’nun gibi mucizeler gösterdiğini, birbirine hem zıt hem benzer olduğunu ve iç içe bulunduğunu kabul edeceksin ki, intizam bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar. Halbuki bu koca memlekette idareye iki parmak karışsa her şeyi karıştırır. Çünkü bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa işler karışır.
Beşinci Delil: Ey vesveseli arkadaş! Gel, bu koca sarayın nakışlarına dikkat et, bütün bu şehrin süslemelerine bak, bu memleketin kusursuz düzenini gör ve bu alemdeki sanatları tefekkür et!
İşte bak, eğer sonsuz mucizeleri ve hünerleri olan gizli bir Zat’ın kaleminin işlediği kabul edilmezse, şu nakışları şuursuz sebeplere, kör tesadüfe ve sağır tabiata vermek gerekir. O vakit, bu memleketin her bir taşının, her bir otunun öyle mucize sahibi birer nakkaş, öyle harikulâde birer katip olması lazım gelir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakşa milyonlarca sanatı yerleştirebilsin.
Çünkü bak şu taşlardaki nakşa; her birinde bu tün sarayın nakışları, bütün şehrin düzeni ve kanunları, bütün memleketin teşkilat programı var. Demek ki, bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar harikadır. Öyleyse her bir nakış, her bir sanat o gizli Zat’ın birer ilancısı, birer mührüdür.
Madem bir harf, katibini göstermeden olmaz; sanatlı bir nakşın nakkaşını bildirmemesi mümkün değildir. O halde, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakış işleyen nakkaşın, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmemesi nasıl mümkün olur.
Altıncı Delil: Gel, şu geniş ovaya gideceğiz. İşte o ovada yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız ki her taraf görünsün. Yanımıza da her şeyi yakınlaştıran güzel dürbünler alacağız. Çünkü bu hayret verici memlekette harika işler oluyor. Her saat hiç aklımıza gelmeyecek şeyler gerçekleşiyor.
İşte bak! Bu dağlar, ovalar ve şehirler birden değişiyor. Hem bu iş öyle bir tarzda oluyor ki, birbiri içindeki milyonlarca iş gayet muntazaman başka şekil alıyor. Adeta milyonlarca türlü kumaş iç içe, beraber dokunuyor gibi pek hayret verici değişimler meydana geliyor. Bak, o kadar aşinalık duyduğumuz ve tanıdığımız çiçekler, bitkiler kayboldu. Yerlerine düzenli bir şekilde, mahiyetçe onlara benzer, fakat görünüşte farklı başkaları geldi.
Şu ova ve dağlar, adeta içinde yüz binlerce ayrı ayrı kitabın hatasız, noksansız yazıldığı birer sayfa…
İşte bunların kendi kendine olması yüz derece akıl dışıdır. Evet, şu son derece sanatlı, ince işlerin kendiliğinden olması bin derece imkansızdır. çünkü onlar, kendilerinden çok sanatkarını gösteriyor. Hem bunları yapan, öyle mucizeler ortaya koyan bir Zat’tır ki, hiçbir iş O’na ağır gelmez. Bin kitap yazmak, O’nun için bir harf kadar kolaydır.
Bununla beraber, her tarafa bir bak! O Zat her şeyi öyle hikmetle yerli yerine koyuyor, herkese, layık oldukları lütufları öyle cömertçe veriyor ve ihsanıyla öyle geniş perdeler, kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor. Öyle cömertçe sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin ahalisine, hayvanlarına, her bir topluluğuna has ve layık hatta her bir ferdine hususi ismiyle ve resmiyle bir nimet tablası veri yor.
İşte bu gördüğümüz işlerde tesadüf bulunması, bunların abes ve faydasız olması, bir işe çok elin karışması, bunların ustasının her şeye gücünün yetmemesi veya her şeyin O’na itaat etmemesi kadar akıl dışı, imkansız bir şey var mıdır? İşte ey arkadaş, yapabiliyorsan buna karşı bir bahane bul!
Yedinci Delil: Arkadaş şimdi bu küçük şeyleri bırakıp saray şeklindeki şu hayret verici alemi meydana getiren unsurların birbirine karşı vaziyetlerine dikkat edeceğiz. İşte bak:
Şu alemde külli işler ve umumi değişimler o kadar intizamla oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki taşlar, topraklar, ağaçlar, her bir şey istediğini yapmakta serbest, irade sahibiymiş gibi bütün alemin umumi düzenini gözetip ona göre hareket ediyor. En uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor.
İşte bak! Binekleri ağaçlara, bitkilere, dağlara benzeyen hayret verici birer kafile gaipten çıkıp geliyor. Başlarında birer erzak tablası taşıyorlar.
İşte, bu tarafta bekleyen türlü hayvanların rızıklarını getiriyorlar. Hem bak, bu kubbedeki büyük elektrik lambası onlara ışık verdiği gibi, bütün yemeklerini de güzelce pişiriyor. Yalnız pişirilecek yemekler görünmez bir el tarafından birer ipe takilip o lambaya karşı tutuluyor.
Bu tarafa da bak… Şu biçare, zayıf, çelimsiz, kuvvetsiz hayvancıkların önüne nasıl tatlı bir gıdayla dolu çeşme gibi iki tulumbacık takılmış. Kuvvetsiz yavrusunun yalnız ağzını ona yapıştırması kafidir.
Kısacası: Bu alemde her şey, birbirine bakar gibi yardımlaşır. Birbirini görür gibi el ele verir. Birbirinin işini tamamlamak için omuz omuza, sırt sırta beraber çalışır. Başka şeyleri de buna kıyasla; bu ve benzeri örnekler saymakla bitmez…
İşte bütün bunlar, iki kere iki dört eder derecesinde kesin bir şekilde gösterir ki, her şey şu hayret verici sarayın ustasına, yani şu garip alemin sahibine itaat eder, O’nun hesabına çalışır, O’nun emrine amade birer asker hükmündedir. Her şey O’nun kuvvetiyle döner, emriyle hareket eder, hikmetiyle düzenlenir. Bütün varlıklar O’nun lütfuyla yardımlaşır, O’nun merhametiyle bir diğerinin imdadına koşar, yani koşturulur.
Sekizinci Delil: Ey kendini akıllı zanneden akılsız arkadaş! Su muhteşem sarayın sahibini tanımak istemiyorsun. Halbuki her şey O’nu gösteriyor. O’na işaret ve şahitlik ediyor. Bütün bu şeylerin şahitliğini nasıl yalanlıyorsun? Öyleyse bu sarayı da inkar et ve alem yok, memleket yok diyebiliyorsan de, kendini de inkar edip işin içinden çık!
Yada aklını başına al, beni dinle! İşte bak:
Şu sarayda ve memleketin her tarafında değişmez unsurlar, madenler var. Adeta memleketten çıkan her şey bu maddelerden yapılıyor. Demek, bu maddeler kimin mülküyse bunlardan yapılan her şey de onundur. Tarla kiminse mahsul ona aittir. Deniz kiminse içindekiler de onundur.
Hem bak, bu tezgahlarda dokunan şeyler, işlenen nakışlı kumaşlar bir tek maddeden yapılıyor. O maddeyi taşıyan, hazırlayan ve ip haline getiren, elbette, açıkça, birdir. Çünkü bu iş ortaklık kabul etmez. Öyleyse dokunup işlenen bütün sanatlı şevler O’na mahsustur. Bak, bu dokunan, yapılan şeylerin her bir çeşidi memleketin her tarafında bulunuyor. Hemcinsleriyle her yere öyle yayılmış ki, beraberce, birbiri içinde, aynı tarzda, aynı anda yapılıyor ve dokunuyorlar.
Demek bu, bir tek Zat’ın işidir, çünkü her şey tek emirle hareket ediyor. Yoksa böyle bir anda, bir tarzda, bir mahiyette, bir toplulukta ittifak ve birbirine uygunluk imkansızdır. Öyleyse bu sanatlı şeylerin her biri, o gizli Zat’ın ilancısı hükmünde, O’nu gösteriyor.
Sözün Özü: Nasıl ki şu memleketi meydana getiren unsurlar. maddeler memleketin her tarafına yayılmıştır ve onların sahibi de būtün memleketi elinde tutan bir tek Zat olabilir. Aynen öyle de, onda ki bütün sanatlar, birbirine benzediği ve aynı damgayı taşıdığı için, memleketin bütününe yayılmış sanatlı varlıklar, her şeye hükmeden tek bir Zat in eseri olduklarını gösteriyor.
İşte ey arkadaş! Madem şu memlekette, yani şu muhteşem sarayda birlik alameti ve damgası vardır. Çünkü bir kısım şeyler ancak bir iken kavranabilir. Farklı bir kısım şeyler ise -birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu için- tür bakımından birlik gösterir. Ve birlik, bir olan bir Zat a işaret eder. Demek, onların ustasının, sahibinin, sanatkarının da bir olması gerekir.
Dokuzuncu Delil: Gel, ey bunları düşünüp değerlendiremeyen arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyor, tanımak da istemiyorsun; çünkü O’nun varlığına ihtimal vermiyorsun. O’nun hayret verici sanatlarını ve sıfatlarını aklına sığdıramadığından inkara sapıyorsun. Halbuki asıl akıldan uzak olan, hakiki zorluk ve dehşetli külfetler, O’nu tanımamaktadır. Çünkü O’nu tanısak, bütün bu sarayın, bu alemin varlığını izah etmek, bir tek şeyinki kadar kolay ve rahat olur.
Eğer O’nu tanımazsak, O olmazsa, her bir şeyin varlığı, bütün bu saray kadar zor olur; çünkü her şey bu saray kadar sanatlıdır. O olmasaydı, bu gördüğünüz şeylerin biri bile, değil sadece bizim elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi.
Yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak! Eğer şu sarayın sahibinin gizli, mucizevi mutfağından çıkmasaydı, şimdi kırk paraya aldığımız o nimeti yüz liraya alamazdık.
Evet, asıl akıldan uzak olan, bütün zorluk, helak sebebi, hatta imkansızlık, O’nu tanımamaktadır. Çünkü nasıl bir ağaca bir kökten, bir kanunla, bir merkezden hayat veriliyor. Böylelikle binlerce meyvenin meydana gelmesi, bir meyve gibi kolaylaşıyor. Eğer o ağacın meyveleri ayrı ayrı kanunlarla, ayrı ayrı merkezlere ve köklere bağlansa, her bir meyvenin büyümesi ağacınki kadar zor olur.
Hem nasıl ki bütün bir ordunun teçhizatı bir kanunla, bir merkezden bir fabrikadan çıksa onu hazırlamak, nicelik itibarı ile bir tek askerin teçhizatını hazırlamak kadar kolaylaşır. Fakat eğer her askerin teçhizatı aynı ayrı yerlerde yapılsa, oralardan alınsa, her biri için bütün ordunun teçhizatına lazım olan fabrikaların bulunması gerekir.
Aynen bu iki misal gibi, şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu sürekli değişip yenilenen memlekette, şu muhteşem alemde bütün bu şeylerin yaratılışı bir tek Zat’a verildiği vakit, o kadar kolay ve hafif olur ki, gördüğümüz sınırsız ucuzluğu, bolluğu ve cömertliği açıklar. Yoksa her şey o kadar pahalı, o kadar zahmetli olur ki, dünya verilse biri bile elde edilemez.
Onuncu Delil: Ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! On beş gündür buradayız. Eğer şu alemin düzenini bilmez, padişahını tanımazsak cezaya müstahak oluruz. Özrümüz kalmadı. Zira on beş gün (adeta süre verilmiş gibi) bize ilişmiyorlar. Elbette başıboş değiliz. Bu derece nazik, sanatlı, ölçülü, latif, ibret verici eserlerin içinde hayvan gibi gezip onları bozamayız, bize bozdurmazlar.
Şu memleketin haşmetli sahibinin elbette cezası da dehşetlidir. O Zat’ın ne kadar kudretli, haşmetli olduğunu şuradan anlayınız ki, şu koca alemi bir saray gibi düzenliyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi bir ev gibi, hiçbir şeyi noksan bırakmadan idare ediyor..
İşte bak, her vakit, bir kabı doldurup boşaltır gibi şu sarayı, memleketi, şehri kusursuz bir intizamla doldurup tam bir hikmetle boşaltıyor. Bir sofrayı koyup kaldırır gibi, koca memlekette baştanbaşa, çeşit çeşit sofralar görünmez bir el tarafından konulup kaldırılıyor, türlü yemekler sırayla getirilip yediriliyor.
O Zat birini kaldırıp bir başkasını koyuyor, sen de görüyorsun. Aklın varsa anlarsın ki, o müthiş haşmet içinde sonsuz bir cömertlik ve lütuf vardır. Hem bak, bütün bunlar o görünmez Zat’ın saltanatına, birliğine şahitlik ettiği gibi, kafilelerin arka arkaya gelip geçtiği, perdelerin art arda açılıp kapandığı bu hakiki inkılaplar, değişimler de o zat’ın varlığının devamına, bekasına şahitlik eder. Çünkü yokluğa giden şeylerle beraber sebepleri de kayboluyor
Halbuki arkalarından, onlara isnat ettiğimiz şeyler tekrar meydana geliyor. Demek ki, onlar bu varlıkların değil, yok olmaz bir Zat’ın eseridir. Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları kaybolur ve ardından gelen kabarcıkların gidenler gibi parlamasından anlaşılır ki, onları parlatan, daimi ve yüksek bir ışık sahibidir. Aynen öyle de, bu şeylerin süratle değişmesi, arkalarından gelenlerin kaybolup gidenlerle aynı rengi alması gösteriyor ki, bunlar baki, daimi bir tek Zat’ın cilveleri, nakışları, aynaları ve sanatıdır.
On Birinci Delil: Ey arkadaş! Gel, şimdi sana geçen şu on delil kuvvetinde kesin bir delil daha göstereceğim. Bir gemiye bineceğiz, şu uzakta bir ada var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı alemin anahtarları oradadır. Herkes oraya bakıyor, oradan bir şeyler bekliyor, emir alıyor, İşte gidiyoruz.
Şimdi o adaya çıktık. Bak, pek büyük bir kalabalık var. şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi mühim bir merasim görünüyor. İyi dikkat et! Bu büyük topluluğun bir reisi var. Gel, daha yakına gideceğiz. O reisi tanımalıyız.
İşte bak! Onun ne kadar parlak binlerce nişanı bulunuyor. Ne kadar kuvvetli sözler söylüyor, ne kadar tatlı sohbet ediyor. Şu on beş gün içinde, dediklerini ben bir parça öğrendim, sen de benden öğren.
Bak, o zat, bu memleketin mucizeler sahibi sultanından bahsediyor. Kendisini bize o şanlı sultanın gönderdiğini söylüyor. Bak, öyle harikalar gösteriyor ki, o padişahın has bir memuru olduğuna şüphe bırakmıyor. Dikkat et, bu zatın söylediği sözleri yalnızca şu adadakiler değil harikulade bir şekilde bütün memleket dinliyor. Çünkü herkes uzak tan uzağa onun nutkunu işitmeye çalışıyor.
Yalnız insanlar değil, bel ki hayvanlar, hatta bak, dağlar bile onun getirdiği emirleri dinliyor ki, yerinden kımıldıyor. Ağaçlar onun işaret ettiği yere gidiyor. O zat nerede istese su çıkarıyor. Hatta parmağını bir kevser çeşmesi gibi yaparak ondan ab-ı hayat içiriyor.
Bak, şu sarayın yüksek kubbesindeki mühim lamba onun işaretiyle ikiye bölünüyor. Demek, bu memleket her şeyiyle onun memuriyetini tanıyor.
“Mucizeler sahibi, görünmez bir Zat’ın en has ve doğru tercümanı, saltanatının ilancısı, tılsımının kaşifi ve emirlerini tebliğ eden güvenilir bir elçisi” olduğunu biliyor gibi, onu itaatle dinliyor.
İşte, etrafındaki aklı başında herkes, bu zatın söylediği her sözü, “Evet, evet, doğrudur!” diyerek tasdik ediyor. Hatta dağlar, ağaçlar ve bütün memleketleri ışıklandıran büyük lamba o zatın işaret ve emirlerine boyun eğerek, “Evet, evet, her dediğin doğrudur!” diyor.
İşte ey sersem arkadaş! Padişahın hususi hazinesine has bin nişan taşıyan şu nurani, muhteşem ve pek ciddi zatın bütün kuvvetiyle, memleketin bütün ileri gelenlerinin tasdikleri altında bildirdiği mucize sahibi bir Zat’a ait vasıflarda ve tebliğ ettiği emirlerde hiçbir şekilde yalan ve hile bulunabilir mi?
Bunda hakikate zıt bir şey olması mümkün se, şu sarayın, lambaların ve cemaatin de varlığını, hakikatini yalanlamak gerekir. Eğer gücün yetiyorsa buna karşı itiraz parmağını uzat! Parmağın bu delillerin kuvvetiyle nasıl kırılıp gözüne sokulacak, gör!
On ikinci Delil: Ey aklı bir parça başına gelen kardeş! Gel, sana bütün bu on bir delil kuvvetinde bir delil daha göstereceğim. İşte, yukarıdan inen ve herkesin hayretinden veya hürmetinden kendisine tam dikkat kesildiği şu nurani fermana bak.
O bin nişanlı zat, yanında durmuş, onun manasını herkese bildiriyor. İşte şu fermanın üslubu öyle parlıyor ki herkesin takdir eden bakışlarını çekiyor. Öyle ciddi ve mühim meselelerden bahsediyor ki, herkes ona kulak vermeye mecbur kalıyor. Çünkü o zat, bütün bu memleketi idare eden, bu sarayı yapan ve bu hayret verici eserleri ortaya koyan Sultan’ın icraatını, fiillerini, emirlerini ve vasıflarını birer birer anlatıyor.
O fermanın tamamında büyük bir damga, her bir satırında, her bir cümlesinde taklit edilmez bir imza olduğu gibi. bak, ifade ettiği manaların, hakikatlerin, emirlerin ve hikmetlerin üstünde de manevi bir mühür hükmünde o Zat’a has bir tarz görünüyor.
Sözün Özü: Şu yüce ferman, o yüce Zat’ı güneş gibi gösterir, kör olmayan görür.
İşte ey arkadaş! Aklın başına geldiyse bu kadar yeter… Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.
O inatçı adam cevap olarak demiş ki: “Ben senin bu delillerine karşı yalnız, Elhamdülillah, inandım derim. Hem de güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir şekilde inandım; şu memleketin kemal sahibi tek bir Maliki, şu alemin celal sahibi tek bir Hakimi, şu sarayın cemal sahibi tek bir Sanatkarı bulunduğunu kabul ettim.
Allah senden razı olsun ki, beni inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin delillerin her biri tek başına bu hakikati göstermeye yeterdi. Fakat her bir delil O’nu bilme yolunda daha parlak, daha şirin, daha hoş, daha nurani ve daha güzel tabakalar, tanıma perdeleri, muhabbet pencereleri açtığı için bekledim, dinledim…
Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi / Sözler / bkz: 340-354