Dünyevileşme kavramı, insan aklının, dini ve metafizik her türlü bağdan kurtulup, ebediliği şimdi ki zaman içerisinde aramasını ifade eder. Elbette her insanda ebedîlik (huld) düşüncesi vardır. Kendisinde yeterli düzeyde takva gelişmemiş insanlar, Kur’an’ın “aldatıcı zevk ve geçinme (1)” diye tanımladığı dünyanın cazibesine tutularak ebediliği bu dünyada aramaya kalkabilir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de böyle bir insan tabiatından daha somut bir biçimde bahsedilir, hayatını maddi dünya ile sınırlandıran ve ahlaki değerleri hiçe sayarak dünyayı doya doya yaşamak isteyen bir kimsenin psikolojisi anlatılır:
✓ Fakat o, dünyaya meyletti ve hevasına uydu (2)
İnsanda ebedilik düşüncesini körükleyen unsurlar arasında servet birikimi, taraftar çokluğu, istiğna duygusu, büyüklenme, nankörlük gibi durumların etkileyici olduğu bir gerçektir.
Bunlar tutkularının esiri olmuş ve bakışlarını sadece buraya, şimdiye çevirmiş olan insanlarda Allah’ı unutma gibi bir sonucun doğmasına yol açabilir. Çünkü şeytan da Hz Adem’e: “Ölümsüzlük ve yok olmayacak bir mülk (3)” tavsiyesinde bulunmuştu.
Güçlü ahiret inancıyla donanmayan insanlarda servet, dini hassasiyetleri zayıflatmakla kalmaz, seküler bir zihniyetin oluşumuna da yol açabilir. Nitekim Kur’an’da bu durum çok güzel tasvir edilir:
✓ “Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay haline! Malının kendisini ölümsüz kılacağını sanır (4)“
Halbuki ahiret hayatını göz ardı ederek dünya hayatını tek hayat olarak görmek bir inkarcılıktır:
✓ “Onlar, hayat ancak bizim şu dünya hayatımızdan ibarettir, biz bir daha dirilecek değiliz derler (5)“
Kaldı ki Kur’an’ın ortaya koyduğu “el-hayatü’t-dünya” tasavvuru, “el-ahire”den kopuk değildir. Ahiret yurdundaki beklentilerin kaynağı ve meşru zemini dünyadır. Dolayısıyla, dünyevi tabiatımız ilahi tabiatın bir tezahürü olarak görülmelidir.
İslam, dünya kurmaya karşı değildir. İslami literatürde arz kelimesi, yeryüzünün coğrafi ve jeolojik yönünü, dünya ise, insanın ilgi yönünü temsil eder. Bu nedenle dünya, çoğu zaman Kur’an’da, hayat kelimesiyle birlikte kullanılmış ve ahiret kavramının mukabili olarak zikredilmiştir.
Kur’an’da dünya için oyun ve eğlence diyen ve dünyanın iç, ilgi yanına dikkatleri çeken ayetler olduğu gibi, hak/gerçek diyen ve dünyanın dış yanına dikkatleri çeken ayetler de vardır (6)
Bu ayetlerde “dünyayı hakla yarattı” pasajının anlamı, hakkın ortaya çıktığı yer ya da Hakk’a götüren bir delil olması yönüyledir. O halde uzağında durulması gereken varlık-dünya, içte, ilgi tarafında aranmalıdır.
Yoksa dünya, Allah’a giden yolda yol gösterici olmak bakımından bir araç olarak çok değerlidir; zira burası, Allah’ın sıfatlarıyla ilişkili bir varlık alanıdır. Kur’an’da uyarı, sadece dünya hayatının, ahiret hayatı göz ardı edildiği takdirde Allah’la olan ilişkiyi saptırıcı mahiyetine yöneliktir.
Bu anlamda dünya, sufilerin tanımıyla; “insanı, Allah’tan uzaklaştıran şeydir”
İslam dini, dünyayı eşyanın maddesinde değil, ilgi tarafında arar. İlgi tarafı ile arada gerektiği kadar bir temas boşluğu bırakmaya özen gösterdikten sonra, dış görüntüleri olarak mal-mülk tarafı ile ilişki kurmanın herhangi bir sakıncası yoktur.
İç dünyamıza hükmetmeye kalkmadıkça yiyecek, içecek, giyecek olarak madde tarafının haram kılınması söz konusu değildir:
✓ “De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz-hoş rızıkları kim haram etmiştir? (7)“
Bilindiği gibi ünlü sosyolog Max Weber (1864-1920) klasik tezinde, endüstriyel kapitalizm geliştikçe dindarlığın önemini yitireceğini ve dünyevileşme kavramının kaçınılmaz olacağını vurgulamıştır (8).
Gerçekten de, Batı dünyasında Protestan ahlakı, paylaşmayı devre dışı bırakarak salt tasarrufu teşvik etmek ve servet birikimini artırmak adına meşrulaştırıcı ve kalkınmacı bir araç olarak dünyevileşmenin önünü açmıştır.
İslam da çalışmayı emreder, ama İslam servetin belirli ellerde tekelleşmesine karşıdır (9).
Bu nedenle İslam, paylaşma eksenli olmayan Protestan ahlakının aksine, tasarruf ve biriktirme odaklı tekelleşmeyi önlemek için mevcut sermaye birikimini üretime dönüştürür ya da zekat vermek ve infakta bulunmak gibi, servetin toplumsal hayatta ihtiyaç sahiplerinin ekonomik anlamda güçlendirilmelerinde kullanımına yönelik teşvikte bulunur.
İslam, insana ekonomik teşebbüs özgürlüğü verirken, bir yandan da tekelciliğin gelişmesini kontrol eder, denetler. Çünkü paylaşma ahlakına dayalı manevi öğelerden arındırılmış bir dini anlayış, Hristiyanlığın Protestan yorumunda yaşandığı gibi, vahşi kapitalizmin cazibesinden yakayı kurtaramaz.
İslam, hayatın her alanında iktisatlı yaşamayı tavsiye eder. Din-dünya ilişkilerini bu denge üzerinde tutar.
Bu bakış açısını Hz. Mevlana “deniz-gemi” metaforuyla çok güzel anlatır. Nasıl ki der, geminin üzerinde durduğu su, geminin yürümesine yardımcı oluyorsa, Allah’la ilgiyi kesmeme üzerine kurulu bir dünya anlayışı da dinin ayakta durmasına yardımcı olur (9).
Çünkü din-dünya ilişkileri sağlıklı yürüdüğü takdirde, temeli adalet ve şefkate dayalı bir medeniyetin inkişafına yol açar, bu durum, küresel ölçekte barış ve uzlaşı kültürünün gelişmesini sağlar.
Dinle ilişkisi olabildiğince sınırlandırılan bir dünya anlayışında, hırs ve aç gözlülük ön plana çıkar ve insanda doyumsuzluğu derinleştirir. Kanaat ahlakıyla dengelenmeyen bir hırs güdüsü, birey ve toplumların başına büyük felaketler getirir.
Dün ve bugünkü savaşların temelinde bile çoğu zaman aşırı tamahtan kaynaklanan hırs güdüsü vardır.
Hiçbir ahlaki kural tanımayan bir insan, dini ve ahlaki esasları nefsani arzuları önünde bir bariyer olarak algılar. Maddi hazlarını yaşama uğruna her şeyi mubah olarak görür. Artık onun hayatında kutsala dair hiçbir değer kalmamıştır.
Bu ruh ve düşünce halini yaşam tarzına dönüştüren bir kimse için dünya hayatı, ahirete tercih edilir (10).
Özünde nihilist bir bakış açısına sahip olan bu yaşam tarzı, ahlaki anlamda insanı yaralamış ve asıl vazifesinden uzaklaştırmıştır.
Gerek bireysel ve gerekse sosyal hayatta nefsi olabildiğince kışkırtma üzerine dayalı sefihane bu hayat, maalesef insanın ulvi latifeleri ve aklını nefs-i emmarenin tutsağı haline getirmiştir.
Bunun sonucu olarak insanın dinle ilgili duyarlılığı ve hassasiyeti olabildiğine zayıfladığı için; insafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet gibi Kur’an tarafından şiddetli bir surette yasaklanmış olan rezaletler ortaya çıkmıştır.
İnsan ancak bu edna hayattan; hüsnüniyet sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, haya, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk, istikamet, sulhperverlik, hakperestlik gibi ahlaki değerleri kuşanmakla ve itikadi anlamda bütün benliğiyle Allah’a itimat, tevekkül ve itaatle kurtulabilir.
Onun için Kur’an’da sürekli ahiret bilincini diri tutma vurgulanır. Çünkü ahiret bilinci, takvayı göz ardı eden insanın eşyanın çekiciliğine dalıp, buraya, şimdiye (ed-dünya) çakılıp kalmasını önler.
Eğer temelinde bereket yatan yeni bir iktisat ahlakı geliştirilmezse, dünyevileşmeyi dizginlemek zorlaşır. Çünkü sahip olma içgüdüsünü olabildiğince besleyen hırs, samimi dindarlığı ortadan kaldırdığı gibi, ahiret hayatının kazançlarına yönelik paylaşma ahlakını da yok eder.
O hâlde hırs, israf, kanaatsizlik gibi her biri dünyevileşmenin alametifarikaları olan ahlaki değersizliğe karşı, iktisat, kanaat ve tevekkül gibi ahlaki değerlere yeniden hayatiyet kazandırılmalıdır.
Kaynak: Prof. Dr: Ramazan Altıntaş (Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi) / Diyanet Aylık Dergisi / Aralık 2013 / bkz: 29-32
(1-Ra’d Süresi 26; Mü’min Süresi 39) (2-A’raf Süresi 176) (3-Taha Süresi 120) (4-Hümeze Süresi 1-3) (5-En’am 29; A’raf 51; Mü’minun 37; Casiye 24; Necm 29) (6-En’m 32, 73) (7-A’raf Süresi 32) (8-Weber, Max, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Rûhu, (çev. Zeynep Arıoba), İstanbul 1985) (9-Haşr Süresi 7) (9-Mevlana, Mesnevi, (çev. Veled İzbudak, Ankara 1974, I, 74) (10-İbrahim Süresi 3)