Tefsiri: Andolsun Allah yolunda koştukça koşanlara. Andolsun kıvılcımlar saçanlara. Sabah sabah akına çıkanlara. Ve tozu dumana katanlara. Düşman topluluğunun içine dalanlara.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de yemin ederken sanki önce üzerine yemin ettiği konuya dikkat çekmek istemektedir. Yani Rabbimizin üzerine yemin ettiği birimler bizim hayatımızda önemli birimlerdir. Yine aynen bunun gibi yemin sonrası Rabbimizin gündeme getirdiği konular da bizim için önemli konulardır. Rabbimiz kasemle o konuları gündeme getirerek bizim için önemini vurgulamak istemekte ve bizim o konulara dikkatimizi çekmektedir.
Hani biz de yemin ederiz. Çok ciddi bir konuyu, çok önemli bir hususu anlatacağımızda biz de yemin ederiz. En büyük, en ciddi bir konuyu en büyük olan Allah üzerine yemin ederek anlatmaya başlarız. Vallahi, billahi, tallahi diyerek. Fakat Allah’ın yeminlerinde bizimkilerden farkı şu:
Biz Allah üzerine yemin ederken, Allah bazen kendisi üzerine, bazen de mahlukatına, yaratıklarına yemin ediyor. İşte bu Allah kelamının tecellisidir diyor ve öylece iman ediyoruz.
Bakıyoruz bazen bir yemin, bazen birden çok yemin, bazen bizzat bilinen isimlere yemin, bazen sıfatlara yemin edildiğine şaâhit oluyoruz. Eğer bizzat bildiğimiz isimlere yemin edilmişse bunu anlıyoruz. Ama burada olduğu gibi bazen da sıfatlara yemin ediliyor.
Bilmediğimiz şeylere yemin ediliyor. Acaba bunlardan ne anlayacağız? Bunları nasıl yorumlayacağız? Yüce Allah; koşanlara, yürüyenlere, ses çıkaranlara, ateş çıkaranlara, kalabalığın ortasına dalanlara yemin ediyor. Acaba bunları nasıl anlayacağız, nasıl özelleştireceğiz?
Bu konuda iki görüş var:
Mesela;
Burada olduğu gibi yemin edildi, yemin edildi, yemin edildi sonra da insanın nankörlüğüne dikkat çekilmişse veya yeminden sonra kıyamete dikkat çekilmişse o konuyla alakalı, eğer Kur’an’a dikkat çekilmişse o çerçevede anlamaya çalışacağız.
Burada bizzat ne at ne de deve ismi geçmemektedir. Adiyat süratle koşup giden anlamına adiyetü kelimesinin çoğuludur. Süratle koşanlara yemin olsun ki. Sonra kıvılcımlar saçanlar, sonra tozu dumana katarak sabah sabah akına çıkanlar, sonra da topluluğun içine dalanlara yemin ediliyor.
Bununla bugün ellerinde, gönüllerinde hidayet meşalesi Kur’an olduğu halde zifiri karanlık gönüllerde kıvılcımlar oluşturmak üzere, insanların dünyalarını aydınlatmak üzere sabah akşam, uzak yakın, toz toprak demeyip Allah için koşturan tebliğcilerin kutsandığını da çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gönüllerde fetihler meydana getirmek, insanları cennete kazandırmak, insanların cehennem yollarına barikatlar koymak üzere Allah’ın kendilerine verdiği tüm imkanlarını, mallarını, paralarını, zamanlarını, bilgilerini Allah yolunda harcayan, hayatlarını Allah için yaşayan müminlerin övüldüklerini neden söylemeyeceğiz yada bunun tam zıddını yaparak;
Allah’ın kendisine verdiği imkanları hayır yolunda değil de kötülük ve şer yolunda harcayanların kötülendiğini niçin söyleyemeyelim?
Kaldı ki bu yeminlerden sonra insanın nankörlüğünün de, Allah’ın kendisine verdiği imkanları Allah yolunda kullanmayarak dünyaya ve dünyalıklara tutkusu sebebiyle cimrilik edişinin de gündeme getirilişine bakılırsa bu anlayış çok daha uygun düşmektedir.
Evet bakın bu yeminlerden sonra yüce Allah (c.c) şunları gündeme getiriyor:
İnsan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür. Doğrusu kendisi de bunların hepsine şahittir.
İnsan Rabbine karşı çok nankördür ve kendisi de kendisinin bu durumuna şahittir. İnsan Allah’ın kendisine sunduğu sayısız nimetlere karşı Rabbine nankör davranır. Aslında buna kendisi de şahittir. Ona teşekkür edip kullukta bulunması gerekirken başkalarına teşekkür eder.
Kenud: Allah’ın nimetlerine karşı nankör davranmak demektir
Allah’ın kendisine verdiği nimetleri Allah yolunda kullanmayan kişi de kenuddur. Tek başına yiyen, elindekileri, kendi payını başkalarından esirgeyen, başkalarını düşünmeyen, Allah’ın kendisine verdiği nimetleri mümin kardeşleriyle paylaşmaya yanaşmayan, bencil ve cimriye de kenud denir.
Allah’ın kendisine lütfettiği nimetleri, lütufları, iyilikleri unutan, ama imtihan gereği Allah tarafından dünyada başına bir takım musibetler gönderildiği zaman da bunları asla unutmayıp sayıp dökerek Rabbine karşı nankörlük eden kişiye de kenud denir.
Fecr Süresinde de anlatıldığı gibi: Rabbin denemek için bir insana iyilik edip, nimet verdiği zaman, o: Rabbim beni şerefli kıldı der. Ama onu sınamak için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: Rabbim bana hor baktı der (Fecr Süresi 15-16)
İşte kenûd budur. Allah’ın kendisine imtihan vesilesi olarak verdiğini imtihanı başardı da öyle verdi, iyi bir Müslüman olduğu için verdi zanneder yada bazıları Allah’ın kendilerine ilim vermesinin imtihan gereği olduğunu unutur da imtihanı kazandığı için verildiğini zannederek bu ilimle etrafına hava atmaya kalkışır.
Halbuki ilim verildiği anda imtihan yeni başlamaktadır. Yani talebeyle benim farkım, o benden küçük, benden sonra gelmiş hepsi o kadar. Ne benim ona karşı ilim verildiğim için bir üstünlüğüm, ne de onun bir alçaklığı söz konusu değildir. Onun imtihanı ayrı, benim imtihanım da ayrıdır. Herkes kendisine verilenlerle imtihan edilmektedir ve kimin kazanıp kimin kaybettiği yarın belli olacaktır.
Ama kenud olan insan böyle düşünmez. Kendisine iyilikler geldiği zaman imtihanı kazandı da onun için verildi, kötülükler geldiği zaman da Allah bana ihanet etti diyerek nankörlük etmeye, Rabbine kafa tutmaya kalkışır.
Mesela;
Erkek evladı olursa, Allah ona akıllı bir erkek evladı verirse: Erkek adamın erkek evladı olur diyerek övünmeye başlar. Ama eğer Allah o verdiğini alıvermişse, ya da öldürmüşse başkasını bulamadın da benimkini mi buldun? diye isyan edip kafa tutmaya başlayıverir.
Sebebi ise; düzeni bozuldu ve düzeni hiç ölmemek üzereydi ya. Halbuki Allah’ın vermesi ayrı bir imtihan, alması ayrı bir imtihandır.
Size verdikleriyle sizi imtihan etmek için kiminizi zengin, kiminizi fakir, kiminizi zayıf, kiminizi şişman, kiminizi daha güzel, kiminizi az güzel yaratmaktadır.
Allah verdikleriyle imtihan ediyor. Allah kime ne vermiş, kime ne vermemişse bunların tamamı imtihan konusudur. Kimin üstün kimin alçak olduğu yarın belli olacak. Allah’ın vermesi de imtihandır, alması da. Ama bunu anlayamayan kenud insan Allah kendisine vererek imtihan ettiği zaman sevinir, Rabbim bana ikram etti der.
Yani Allah onu imtihan eder, ona değer verir, yahut malını, evini, eşyasını değerlendirirse buna sevinir: Rabbim bana değer verdi, ben buna layıktım zaten. Ben buna layık olduğum için bunlar bana verildi. Kafamı çalıştırdım da zengin oldum filan diyerek gururlanır, ama bu sefer Allah onu dener de imtihan gereği rızkını kesiverirse, alarak imtihan ederse bu defa da isyanı basıverir. İşte kenud budur.
Bir de kenud, mahiyetinde çalıştırdıklarına, hizmetçilerine, meurlarına haklarını, ücretlerini tam olarak vermeyen, onların haklarını yiyen kişi demektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kenud’u tarif ederken şöyle buyuruyor: İnsan öyle nankör ki yalnız başına yer, hizmetçisini döver ve onun hakkını ödemez.
İşte insan böyle nankördür ve bu durumuna kendisi de şahittir. Yani kendi nankörlüğünü kendisi bilip durmaktadır. İnsan kendisi bizzat kendi nankörlüğüne ve cimriliğine şahittir. Bu hal onun sözlerinde ve davranışlarında açıkça görülmektedir. Hiçbir şahide, hiçbir delile gerek duymadan insan kendisini bilmektedir. Bu biliş tıpkı Kıyamet Süresinde anlatılan gibidir.
Özürlerini sayıp dökse de, insanoğlu, artık kendi kendinin şahididir (Kıyamet Süresi 14-15)
Evet bir takım mazeretlerin arkasına saklansa da insan kendi kendini bilmektedir. Doğrusu insan kendisine karşı basirdir. Kendisine karşı basiret vardır insanda. Yani insan kendi kendini bilen, ne yapacağını ne yapmayacağını, neleri yapması gerektiğini, neleri de yapmaması gerektiğini bilen olarak yaratılmıştır.
O halde şöyle diyelim: İnsanda kendi kendini kontrol edebilme, kendi kendini hesaba çekebilme özelliği vardır. Bir şey yapacağı zaman, bir tavır sergileyeceği zaman yapmadan önce ne yapacağını biliyor. Yaparken düşünüyor, yapmaması gerektiğini biliyor ve yaptıktan sonra ne yaptığını düşünebilecek özellikte yaratılmıştır. Özürler beyan etse de bu haliyle insan ne kendisini, ne de Rabbini kandıramaz
Öyleyse bu ayet-i kerimede şöyle deniyor: Ey insan bir kendine gelde ne yaptığının farkında ol. Çünkü sen kendi kendini biliyorsun. Yaptıklarını da, yapmadıklarını da biliyorsun. Yarın, ya, ben öyle mi yapmıştım, demek ben Rabbime ve Onun bana yağdırdığı nimetlerine karşı nankör mü davranmışım, bu nimetleri onun yolunda değil de başka şeyler peşinde mi kullanmışım, nimetlerin vericisine değil de başkalarına mı teşekkür etmişim?
Hayret, ben hiç de böyle yaptığımın farkında değildim demenin anlamı yok, çünkü Ben seni ne yaptığını bilmeye, ne yapman gerektiğini bilmeye, kendine basir olmaya hazır yarattım diyor Rabbimiz.
Evet aslında insan kendi kendine şahittir. İnsanın vicdanında vardır bu duygu. İnsan kendi kendisine şahittir ayetinin manası; insan yarın kıyamet günü kendi aleyhine şahitlik edecek, günahlarını, nankörlüklerini itiraf edecek demektir. İnsanın gözü kulağı, eli, ayağı, tuttuğu, oturduğu, baktığı her şey kendisine şâhit olacaktır diye anlayanlar da olmuştur.
Yani elbette onun yaptıkları konusunda onu görüp gözeten, ona şahitlik eden birileri vardır. Bu ya kendisidir, ya azaları ve çevresidir, ya da Allah’tır. Kendisi şahittir, çevresi şahittir ve bütün bunların da üzerinde en büyük şahit olarak Allah şahittir.
Gerçekten o insan mala da pek düşkündür. Şüphesiz ki o mal ve menfaatine de pek düşkündür. İnsan, malı, mülkü çok sevmekte ve bu mal sevgisinden ötürü cimrilik etmektedir. Onun cimrilik ve nankörlüğü mal sevgisinden kaynaklanmaktadır. Mala, mülke karşı şiddetli sevgisi vardır. Mal, mülk sevgisi Allah’a ibadet ve kulluk sevgisinden çok daha fazla olduğundan bunları toplama derdi onu Allah’a kulluktan alıkoymuştur.
Dünyayı o kadar kıble edindi ki, mal, mülk tutkusu onu o kadar sardı ki, durup düşünecek ve Allah’ı razı edecek ameller işlemeye zaman bulamadı. Dünya peşinde koşacağım derken, dünyalık elde edeceğim derken, aman şuyum da olsun, aman buyum da olsun derken dininin temel kaynaklarıyla tanışma imkanı ve zamanı bulamadı.
Dünya sevgisi, mal, mülk derdi, dünyalıklarda çokluk derdi onu o kadar sardı, o kadar oyaladı ki adam bu yüzden dininin temel kaynaklarıyla tanışma imkanı bulamadı. Kitabı ve Sünneti tanıma imkanı bulamadığı için de heva ve heveslerinin peşine takıldı. Heva ve heveslerini putlaştırıp vahiy yerine ikame etti.
Allah’ın gönderdiği hayat programından gafil oluşu onu kendi hevalarını putlaştırmaya, ilah olarak görmesine kadar götürdü. Dünya ve mal hırsı, mal sevgisi onu vahyi tanımaktan alıkydu da vahiy yerine gazete sayfalarından takvim yapraklarından devşirdiği lehviyyatı, lağviyyatı din zannetti
Adam ister ki her şey kendisinin olsun, her şey onun için olsun, her şey ona hizmet etsin. Çok cimri, bencil, düşkün ve aç gözlüdür. Dünya ve mal, mülk konusunda son derece canı sıkkın, rahatsız, sıkıntılı ve huzursuzdur, doyumsuzdur. Bu yüzden onun başına bir şer, istemediği bir şey, bir fakirlik veya bir hastalık, ya da beğenmediği bir soru gelse pek sabırsızdır, feryadı basar, ne yaptığını bilmez, hesabı, kitabı şaşırır.
Ama Allah ona bir hayır verse, yani ona bolca bir mal verse o zaman da men eder. Allah’ın hakkını da vermez, toplumun hakkını da vermez, kendi hakkını da vermez, çoluk-çocuğunun hakkını da vermeyerek men eder.
Fecr’de de Rabbimiz insanın mal, mülk sevgisine dikkat çeker. Bunun bir fıtrat gereği olduğu, ama İslam’a kanalize edilmedikçe insanın helakına sebep olduğu vurgulanır. Orada da der ki Rabbimiz:
Bir de malı çok seviyorsunuz. Ama toplamacasına, yığmacasına, biriktirmecesine seviyorsunuz onu. Allah adına, Allah yolunda kullanmacasına, infak etmecesine değil. Kazanıyor kazanıyor adam ama harcamıyor. Aman oğlumun işini, aman kızımın işini bitireyim diyor. O bitince torunlarına başlıyor adam. Bir türlü kazandıklarını Allah yolunda harcamaya sıra gelmiyor.
Mal-mülk elde etme, mal-mülk toplama ve dünya peşinde koşma konusunda son derece güçlü, hırslı, kuvvetli, istekli ama Allah’a kulluk konusunda, Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda son derece zayıf, güçsüz ve isteksizdir.
Veya mal toplama konusunda, mal kazanma konusunda son derece güçlü, becerikli, iştahlı ama o malı Allah yolunda harcama konusunda son derece cimri, güçsüz ve isteksizdir. Toplama konusunda gösterdiği cesaret ve ataklığı dağıtma konusunda gösterememektedir. Mal kazanırken son derece güçlü ama infaka gelince son derece fakirdir
Ya da o insan hayır konusunda hayır işleme konusunda çok serttir. Bir hayır işlemesi söz konusu olduğu zaman canı sıkılır, ruhu daralır. Malı ve canına ilişkin kendisinden bir hayır işlemesi teklif edildiği zaman sertleşir ve bundan hoşlanmaz.
İşte görüyoruz çok parası olup da kendisinden bir şey istemeye gelenlere karşı kendilerini sorumluluktan kurtarabilmek için kendilerini fakir göstermeye çalışanlar burada anlatılan kimselerdir.
Acaba bu nankör insan kabirlerde bulunanların çıkarılacağı ve kalplerde olanların ortaya konulacağı bir zamanın geleceğini bilmez mi? Bugün bu gerçeği anlamıyor, Rabbine karşı cimri ve nankör davranıyor da bunu yarın kabirlerin deşildiği ve içindeki cesetlerin ortaya döküldüğü günde de mi anlamayacak?
Evet bir gün gelecek ki kabirler deşilip içindekiler dışarıya atılacak ve kalplerdekiler, sinelerdekiler de devşirilecek, derlenip toparlanacak. Göğüslerdeki tüm niyetler, düşünceler, arzular, hedefler, tutkular ortaya dökülecek. İnsanların yaşadıkları hayatta kalplerinde besledikleri, içlerinde taşıdıkları, gönüllerinde gizledikleri her şey açığa çıkacak, ortaya dökülecektir. İnsanın gizlediği, sakladığı tüm sırları deşifre edilecek, tüm ayıpları ortaya dökülecektir. Yani kalplerin hasılası devşirilecektir.
Bunun açığa çıkarılması için kalplerdekiler ortaya dökülecek. Çünkü yaşadığımız bu hayatta insanın kalbinde taşıdığı niyetler çoğu kez dışa vurulanların aksi olmaktadır. Ama orada gizlenenler açığa çıkarılacaktır. Tarık Süresinde de bu konu şöyle anlatılıyordu:
Kıyamet günü insanın eline tutuşturulacak amel defteri de o insanın dünyada işlediği amellerin tam bir kopyasıdır. O amellerin aslıdır, aynısıdır. Onda yanlış kesinlikle yoktur. Onda zayi kesinlikle söz konusu değildir. Zira Allah hiç kimseye zulmetmez. Ne amellerini zayi ederek, ne işlemediği amelleri onun defterine yazarak, ne işlediği amelleri zayi ederek, ne birisinin işlediklerinden ötürü bir başkasını cezalandırarak kesinlikle Allah kimseye zulmetmez. Allah adildir.
İnsan iyilik ya da kötülük, hayır ya da şer dünyada ne yapmışsa, ne tür ameller işlemişse orada onu hazır bulacaktır. Kimilerinin amelleri değerli bulunurken, değerlendirilmeye alınırken, kimilerinin ki de boşa çıkarılacaktır.
Bir ömür boyu yaptıklarımızı bir düşünelim. Ne kadarı dolu, ne kadarı boş bir düşünelim.
Mesela bir ilkokul diyoruz beş yıl harcıyoruz, dönüp bir bakıyoruz ki bomboş. Ondan sonra yaptıklarımızı düşünelim. Hayatın tümünü düşünelim.
Eğer böyleyse tüm hayatımız boşa gitmiş demektir.
Allah’la karşı karşıya gelmeyi ummayanlar, Allah’a kavuşup onun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır, burada zevk almaya bakalım diyenler, yaşadıkları hayatlarında ahiret inancının kokusu bile olmayanlar;
Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret çekecekler onlar.
Çünkü;
Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan gereği içki içene de dokunmuyordu, namaz kılana da dokunmuyordu, zina edene de dokunmuyordu, dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu, Allah’a kulluk yapana da adetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın, tağutların, nefislerinin kulu, kölesi olanlara da dokunmuyordu.
İmtihan gereği işledikleri suçlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı. Yaptıklarından Allah’ın habersiz olduğunu zannediyorlardı. Bir daha dirilme olmayacak diyorlardı. Hesap-kitap olmayacak, sümen altı edileceklerini zannediyorlardı. Halbuki Allah her şeyden haberdardı. Onların nefes alış-verişleri bile Allah tarafından tespit ediliyordu.
Kaynak: Ali Küçük / Besairu’l-Kur’an