DOLAR
27,3824
EURO
29,0085
ALTIN
1.630,05
BIST
8.334,94
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Yağmurlu
22°C
İstanbul
22°C
Yağmurlu
Pazartesi Az Bulutlu
23°C
Salı Az Bulutlu
23°C
Çarşamba Az Bulutlu
23°C
Perşembe Az Bulutlu
22°C

Abese Süresi Besairu’l Kur’an Tefsiri

8 Eylül 2023 23:59
9

Kur’an-ı Kerim’de ki sıralamaya göre 80, nüzul sıralamasına göre 24. süre olan Abese Süresi, Mekke’de nazil olmuş olup 42 ayettir. İsmini ilk ayetinde geçen Abese kelimesinden almıştır. Kur’an-ı Kerim’de kıyameti en dehşetli bir şekilde anlatan Tekvir Süresinden önce Naziat süresinden sonradır.

Mekke’de iki dönem var. Müslümanlar Mekke’de iki dönem yaşamışlardır.

Birinci Dönem: Müslümanların Müslümanlıklarını gizledikleri, gizli gizli Allah’ın Resulünün insanlarla buluşup İslam’ı tebliğ ettiği dönem.

İkinci Dönem: Rabbimizin Şuara Süresinin 214. ayetini göndermesiyle başlayan, Peygamberim, en yakın akrabalarını uyar emriyle başlayan İslam’a davetin açığa çıkarıldığı dönemdir. Kınama, tehdit, engelleme, dışlama ve işkence mekanizmalarının işlediği dönem ikinci dönemdir.

Başlarında Allah’ın Resulü olduğu halde bir avuç Müslümanın akla hayale gelmedik işkencelere maruz kaldıkları, adeta ben Müslümanın demenin işkenceye adaylık koyma sayıldığı bir dönem. İşte Abese Süresi ikinci dönemde, Müslümanların işkenceye, hakarete adaylıklarını koydukları bir dönemde gelen sürelerdendir.

Abese Süresinin nüzul sebebiyle alakalı din konusunda söz söyleme hakkına sahip olan müfessir ve muhaddisler bu sürenin bir hadise üzerine geldiğini söyleyerek bize şu olayı naklederler:

Bir defasında Allah’ın Resulü Mekke’nin kalburüstü insanlarını, eşrafı, Mekke’de büyük kabul edilenleri büyük kabul ederek onları huzuruna almış din anlatıyor, tebliğde bulunuyordu. Kureyş’in ileri gelen aristokratlarını ikna edip Allah’ın dinine kazandırabilmek için olağanüstü çaba sarf ediyor, deliller getirmeye çalışıyordu.

Onların dine kazandırılmasıyla toplumda dinin yayılmasının hızlanacağı, onların inanmalarının İslam’a izzet kazandıracağı ümidiyle Allah’ın Resulü tüm dikkatini, tüm himmetini teksif etmiş, bütün gücüyle onlara yönelmiş, onlara din anlatırken birdenbire iki gözü ama olan, gözleri görmediği için de düşe kalka, güçlükle oraya kadar ulaşan İbni Ümmü Mektum gelir ve:

Ey Allah’ın Resulü: Bana hidayet yolunu göster. Ben Müslüman olmak istiyorum der. Müslüman olmak için, yahut da Müslümanlığını güzelleştirmek için gelip Rasulüllahtan bilgi ister. Ama olup çevresini göremediği için, yani o ortamda Rasulüllah Efendimizin kendilerini Allah’ın dinine kazandırmak üzere uğraşıp dil döktüğü Mekke aristokrat grubun farkında olmadığı için veya Rasulüllahın o andaki meşguliyetinden dolayı bu talebini birkaç kez tekrarlar.

O anda kendince bu müdürdür, bu genel müdürdür, bu amirdir, bu büyüktür, bu reistir, bu liderdir, bu elit tabakadır, bu aristokrattır diye müşriklerin ele başlarını ikna derdiyle kalbi ve kafası dopdolu olan ve onun bu tavrından dolayı çevresindekilerin ürkmesinden endişelenen Allah’ın Resulü:

Şimdi bunun sırası mıydı ey Ümmü Mektum? dercesine onun bu davranışını münasebetsizlik kabul ederek, onun talebini cevapsız bırakarak ısrarla ötekilere yönelişini sürdürür. Zira reislerin, güçlülerin, kalburüstü insanların dine girmesi için çırpınıyordu o anda. İşte Allah’ın Resulü bu ama kişiyi cevapsız bırakıp ötekilere din anlatmaya devam edince bu Abese Süresi nazil olur.

Bir tarafta reisler var, öbür tarafta kör bir adam. Bir tarafta toplumun üstün kabul ettiği, toplumun değer verdiği aristokratlar, beri tarafta toplumda hiçbir değeri olmayan, hiçbir statüsü bulunmayan bir ama. Gerçi Peygamber Efendimizin mazeretleri vardı. Bir kere Allah’ın Resulü bilmiyordu. Onların bu amaya tercih edilip edilmeyeceğini bilmiyordu. Daha önce bu konuda kendisine bir uyarı gelmemişti.

Nitekim bu uyarıdan sonra Allah’ın Resûlü asla böyle bir davranışta bulunmadı. Hayatının sonuna kadar bu uyarıdan sonra Rasulüllah Efendimiz hiçbir fakirin yüzüne surat asmadı, hiçbir kimseye zenginliğinden ötürü özel alaka göstermedi.

Bir de şöyle bir mazereti vardı Rasulüllah’ın. Ümmü Mektum Rasulüllah’ın akrabasıydı. Her an onun görüşüp konuşma imkanına sahipti. Yani daha sonra da gelip görüşebilirdi Rasulüllah ile. Başka zaman da sorabilirdi soracaklarını. Ama yine de Allah Resulünün bu davranışında cahiliyenin değer yargıları vardı. Bunu, Rabbimizin bu tavrından, peygamberini bundan dolayı kınamasından anlıyoruz.

Bir yanda kör haliyle zor gelmiş, düşe kalka gelmiş bir ama. Hem de o zor günlerde işkenceye adaylığını koyarak gelmiş, ölümü göze alarak gelmiş bir ama. Öbür tarafta, bizim bu dine ihtiyacımız yoktur. Bizim sana da, getirdiğin dine de eyvallahımız yoktur diyen müstağniler, müstekbirler.

Bir yanda kendisini dinlemeye gelmiş çok samimi bir gariban Müslüman, öbür tarafta anlat bakalım, eğer aklımız yatar, işimize gelirse belki iman ederiz diyen Ebu Cehil’ler, Utbe’ler, Şeybe’ler, Ümeyye bin Halef gibi müstekbirler.

Allah’ın Resulü amayı bırakıp ta onlara yönelince derhal vahiy işe el koyuyor. Herkesin gözleri önünde, oracıkta Rabbimiz Cebrail (a.s)’ı göndererek Abese Süresini indiriveriyor. Böyle uygunsuz bir tavır karşısında Rabbimiz hemen vahyini indiriverdi. Karşısında Cebrail’i gören Rasulüllah neye uğradığını anlayamamış ve donmuş kalmıştı. Zaten nötrdür o anda Allah’ın elçisi. Ümmü Mektum şaşkın, kafirler de donakalmıştı. Çünkü reddettikleri şey karşılarındaydı. İnkar ettikleri vahiy gerçeğiyle yüz yüze gelmişlerdi.

Allah o anda, o ortamda ayetlerini göndermiş ve Peygamberini düşmanlarının gözü önünde uyarıvermişti. Bir daha bunu yapma Peygamberim buyurmuştu. Evet düşmanlarının gözleri önünde peygamberin azarlandığı ifadelerle söze başlamıştı Rabbimiz. Peygamberimiz şaşkın, kafirler şaşkın, Ümmü Mektum şaşkın, herkes şaşkındı. İşte süre böyle bir hadise üzerine nazil olmuştur.

Abese Süresi 1 ve 2. Ayetin Meali: “Yanına âmâ bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp çevirdi.”
Yanına bir âmâ geldi diye peygamber yüz astı, abus bir çehre ile karşıladı onu.

Abese Süresi 3. Ayetin Meali: Ey Muhammed! Ne bilirsin, belki de o arınacak;

Tefsiri: Ne biliyorsun ey peygamberim? Belki de senin bu ilgilenmeyip surat astığın ama kişi samimidir. Senden alacağı bilgiyle arınıp temizlenecektir.

Abese Süresi 4. Ayetin Meali: Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti.

Tefsiri: Veya senin vereceğin öğüt ona fayda verecekti. Faydalanmak istiyordu senden.

Abese Süresi 5 ve 6. Ayetin Meali: Ama sen, kendisini öğütten müstağni gören kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun.

Tefsiri: Ama sen onu bırakıp da senin öğüdüne karşı müstağni davranan, eyvallahsız davranan kimseyle ilgilenmeye çalışıyorsun. O malı, mülkü, ekonomik gücü, siyasal konumu sebebiyle sana ve senin mesajına karşı ihtiyaçsız davranan, haktan, İslam’dan yüz çeviren kimseye gelince sen ona yöneliyor, onunla ilgileniyor, ona ihtimam gösteriyor ve değer veriyorsun. Samimi olanı ona feda ediyorsun.

Abese Süresi 7. Ayetin Meali: Arınmak istememesinden sana ne?

Tefsiri: Onun tezkiyesinden, temizlenip arınmasından sana ne? Onun adam olup olmamasından sana ne? Böyle birinin İslam’ı kabul edip etmemesinden sana bir vebal, bir sorumluluk yoktur. Onun necaset içinde kalmasının sana herhangi bir zararı yoktur.

Abese Süresi 8-9-10.. Ayetin Meali: Sen, Allah’tan korkup sana koşarak gelen kimseye aldırmıyorsun.

Tefsiri: Beri tarafta şu Allah’tan korkarak sendeki bilgiye, vahiy bilgisine ulaşmak, onunla temizlenmek iştiyakıyla koşa koşa sana gelene, düşe kalka gelene gelince, ötekilerle ilgileneceğim diye sen ona karşı sırt dönüp kulak vermiyorsun.

İşte böylece Peygamber Efendimizi fazla üzmemek için üçüncü şahıs sığasıyla Rabbimiz uyarıverdi onu. Kıyamete kadar onun yolunun yolcusu olan bizlere de, bu konuda uyarıda bulunarak ders verdi. O halde insanlar hiçbir konuda hüküm verirken cahiliyeden etkilenmeyecekler. Hangi konuda hüküm verirsek verelim, o konuda mutlaka vahiy etkili olmalıdır. Vahiy yol gösterici olmalıdır.

  • Kim iyi, kim kötü?
  • Kim büyük, kim küçük?
  • Kim üstün, kim alçak?
  • Kim öncelikli?
  • Kim önde, kim arkada?

Bunu vahiy demelidir.

  • Kime önce anlatalım?
  • Kime değer verelim?

Bunu vahiy demelidir.

Cahili değer yargılarına asla iltifat etmemeliyiz. Efendim falanlar ekonomik ve siyasal yönden güçlüdürler, binaenaleyh onlarla beraber olalım. Önce onlara anlatalım, önce onları kazanalım, hayır. Bunlar cahili güç anlayışlarıdır ve bu sürede bunun reddedilmesi gerektiğini anlatıyor Rabbimiz.

  • Kim bereketli, kim bereketsiz?

Bunu vahiy belirlemelidir. Bunu kendi kendimize belirlemeye kalkışmamalıyız.

Müslüman ne kadar da fakir olursa olsun, ne kadar da sosyal yönden zayıf olursa olsun her zaman kafire tercih edilmelidir. Her zaman kafirden üstün görülmeli ve değer verilmelidir.

Bu ayetlerden anlıyoruz ki tebliğ edeceğimiz insanların sıralamasını biz kendi kendimize yapmayacağız. Bunlar garibanlar, bunlar işçiler, bunlar anlamazlar, bunlar işe yaramazlar, bunları bırakalım da şunlara yönelelim demeyeceğiz. Önce müdürlere anlatalım, önce elit tabakaya gidelim, önce idarecilere ulaşalım, önce öğretmenlere, önce talebelere, önce erkeklere, önce filanlara, falanlara anlatmalıyız demeyeceğiz. Cahili güç anlayışlarına kapılmayacağız.

Karşımızdaki kim olursa olsun, ne olursa olsun bizden İslam konusunda bir talebi söz konusu olduğu zaman, yok ya. Bunun niyeti öğrenmek değil. Bunun niyeti dalga geçmek. Bunun niyeti beni oyalamak demeyeceğiz.

Bakın Allah diyor: Sana ne bundan? Seni ne ilgilendirir bu? Onun hesabı senden sorulmayacak, senin hesabın da ondan sorulmayacak. Ne bilirsin? Belki samimi olarak dinleyip amel edecektir o.

Öyleyse karşımızdaki insanları şu şekilde gruplamamız güzel olacaktır: Karşımızdaki insan ya Müslümanlığının farkında olmayan birisidir, ona İslam’ı ulaştıralım, belki bizim uyarımız ona fayda verecek ve adam olacaktır ya da mümindir, bizim anlatmamız sonucunda hayatına biraz daha çeki düzen verecektir. Öyleyse biz neticeyi düşünmeyeceğiz. Çünkü ayet-i kerimede yüce Allah şöyle diyor:

Belki yola gelirler, belki adam olurlar. Öyleyse çevremizdeki insanları inzar edeceğiz ama kovmayacağız. Uyaracağız ama azarlamayacağız. İnzarımız onları kovma ve azarlama manasına gelmeyecek, aksine onlara acıma manasına gelecektir. İnsanların her zaman bize ulaşabilmeleri için imkan hazırlayacağız. İnsanlardan uzaklaşıp, fildişi kulelerimize çekilmeyeceğiz.

Sürekli insanların içinde, onların bize ulaşabilecekleri bir konumda olacağız. Allah korusun da bugün kimi hocaların evine insanlar gündüz saat 10’dan önce, gece de saat 10’dan sonra girememektedirler. Neden? Efendim zat-ı alileri istirahat buyuracaklarmış. Bu gerçekten çok ayıp bir şeydir.

Allah’ın Resulünün hayatında böyle bir şey kesinlikle yoktur. İnsanlar her an ona ulaşma imkanına sahiptiler. Gerçekten müminlerin ihtiyaçları varsa gelebilmeliler, girebilmeliler, bulabilmeliler bizi.
Kafirler kim olurlarsa olsunlar, ne olurlarsa olsunlar, makamları, konumları, servetleri, zenginlikleri ne olursa olsun kesinlikle müminlere tercih edilmemelidir. Makamı, konumu, kültürü, seviyesi ne olursa olsun Müslüman her zaman kafire tercih edilecektir. Müslüman her zaman kafirden üstündür, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Çünkü toplumda zenginlerin, makam sahiplerinin, mansıp sahiplerinin üstün tutulması, garibanların, fakirlerinse alçak tutulması cahiliye adetidir ve İslam’ın kesinlikle reddettiği bir anlayıştır. Bakıyoruz bugün kimileri zenginler için fakirleri, müstekbirler için mustaz’afları, makam mansıp sahipleri için sıradan Müslümanları feda etmektedirler. Hep yüksek tabakadan insanlarla düşüp kalkmaya çalışıyorlar. Allah korusun bu nifak alametidir ve İslâm’ın kesinlikle reddettiği bir anlayıştır.

İsaâm’ın ilk maya tuttuğu Mekke toplumunda Rasulüllah’ın çevresinde onun davetine kucak açanlar toplumun en gariban insanlarıydı. Mekke’nin ileri gelen zenginleri, kendini beğenmiş müstekbirler, toplumun kalburüstü insanları Resul-i Ekrem’in yanına geldikleri zaman bu gariban insanlarla onun meclisinde birlikte yan yana oturmak şöyle dursun, tükürüklerini bile bu adamlara reva görmüyorlardı.

Peygamber Efendimizin yanına geldiklerinde Bilal, Habbab bin Eret, Ammar bin Yasir, Süheyb-i Rumi gibi garibanları, kendi ifadeleriyle baldırı çıplakları orada, onun yanında gördükleri zaman kahroluyorlar, mahvoluyorlar ve: “Ey Muhammed! Eğer bizim senin yanına gelmemizi istiyorsan kov bu adamları. Bu baldırı çıplaklar senin meclisinde bulundukları sürece kesinlikle biz senin yanına gelmeyiz, gelemeyiz. Biz bu adamlarla birlikte asla oturamayız” diyorlardı. Biz aziz, bunlarsa zelil diyorlardı. Malda, makamda, elbisede, servette, samanda izzet görüyorlardı.

Bunlara sahip olanlar aziz, bunlardan mahrum olanlar da zelildir diyorlardı. Ey Muhammed:

  • Kavminden bunlara mı razı oldun?
  • Bu kadar insanın içinden bunları mı seçip beğendin?
  • Yani sence aramızda Allah’ın nimet verip üstün kıldıkları bunlar mıdır?
  • Biz bunlara mı tabi olacağız?
  • Bunlara mı uyacağız?

Senin bu anlayışından vazgeçip bize bu adamlardan ayrı bir meclis yapmanı istiyoruz. Dışarıdan gelen Arap elçilerinin bizleri bu düşük insanların yanında görmelerini istemiyoruz, buna tahammül edemiyoruz. Biz senin yanından ayrıldıktan sonra onları yanına alabilirsin. Biz çıktıktan sonra istediğin kadar onlarla otur ama biz varken onları çıkar diyorlardı.

Bunların, bu müstekbirlerin İslam’a girmeleri konusunda, küfürden, şirkten, cehenneme doğru gitmekten kurtulup imanla, İslam’la, cennetle tanışmaları konusunda çok haris davranan, bunların cehenneme gitmelerine vicdanı asla dayanmayan Allah’ın Resulü sırf onları kaybetmemek için onların bu tekliflerine karşılık:

Bunu bir düşüneyim buyurunca hemen arkasından Rabbimiz En’am Süresindeki şu ayetini gönderiyordu:

Peygamberim, Sırf Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değildirler. Onları huzurundan kovduğun takdirde zalimlerden olursun
(En’am Süresi 51-52)

Peygamberim, söz dinleyecek olanlar müminlerdir. Sana ve senin davetine değer verecek olanlar bunlardır. Sakın inanmayanları inananlara tercih etme! Sakın kafirleri müminlere tercih etme! Allah’a iman edip sırf Allah’ın rızasını kazanmak derdiyle sabah akşam Rablerine dua eden, Rabblerine kulluk eden ve bu davanın temel taşları, yani bu davanın bereketi durumunda olan bu garibanları sakın berikilerin hatırına huzurundan kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne de onlar senin hesabından sorumludur. Senin hesabın sana, onların hesabı da kendilerine aittir. Bu gariban Müslümanların gariban olmaları ya da onların fakir olmaları benim Rableri olarak onlara takdir ettiğim rızkın neticesidir. Bu benim takdirimdir, senin bununla bir ilgin, alakan yoktur. Sonra bu gibi şeylerin, fakir fukara olmak gibi ölçülerin iman yönünden hiçbir değeri yoktur. Ne zenginler daha iyi Müslüman’dır, ne de fakir olanlar daha az Müslüman’dır. Bunun imanla bir ilgisi yoktur. Öyleyse ey Peygamberim sakın bu insanlar fakirdir diye huzurundan kovmaya ve ötekileri bunlara tercih etmeye kalkışma.

Görüyor musunuz Rabbimizin uyarısını? Gerek En’am Süresindeki bu uyarısı, gerekse Abese Süresindeki Rabbimizin uyarısının gelişinden sonra Allah’ın Resulü çok korkmuştur. Hatta sahabe-i kiram Efendilerimizin ifadelerinden anlıyoruz ki, bu ayetin gelişinden sonra Allah’ın Resulü biz kendisinin yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan ayrılamıyordu diyorlar. Kılıçlarına kendi kılıçları, paralarına kendi paraları, evlerine kendi evleri gözüyle bakabilme özellikleri onları öyle bir kardeş yapmıştı ki, aralarında ne sosyal sınıf farkları, ne de üstünlük-alçaklık anlayışları kalmıştı. Hepsi yıkılıp gitmişti.

İslam’a göre;

  • Gören görmeyende,
  • Malı olan malı olmayandan
  • Malla imtihan olan malsız imtihan olandan
  • Eli olan çolak yaratılandan
  • Dili olan dilsiz imtihan edilenden
  • İlimle imtihan olunan ilimsiz imtihan olunandan
  • Ekonomik ve siyasal güce sahip olan bunlardan mahrum olandan üstün değildir.

Bunlar birer imtihan konusudur. Birisi öyle, diğeri böyle imtihan edilmektedir. Onun imtihan sorusu böyle, berikisinin ki de öyledir. Kimin kazandığı sonra belli olacaktır. Öyleyse zinhar Allah’ın sizi neyle imtihan edeceğine karışmayın! Ya Rabbi beni şunlar şunlarla imtihan et! Ya Rabbi beni üç çuval parayla, beni beş villayla, beni şöyle bir makamla, şöyle bir imkanla imtihan et! Ya Rabbi bana çevre ver! Bana müdürlük ver! Bana şu konuda fırsat ver! Bana erkek evladı ver! Beni şununla bununla imtihan et!” diyerek O’na yol göstermeye, akıl vermeye kalkışmayın. O sizin neye layık olduğunuzu, neyle ve nasıl imtihan edilmeniz gerektiğini en iyi bilen ve size layık sorular gönderendir. Bunu hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın. Çünkü bu konular sizin bileceğiniz şeyler değildir.

Bakın peygamberiniz kendi içtihadıyla ufak bir yanılgıda bulundu da hemen Rabbimizin uyarısıyla karşı karşıya geliverdi. Cahili bir değer yargısıyla kendisinden İslam talep eden bir garibanı terk edip o müstağni olanlara yöneldi. Hazır karşısında İslam isteyen varken berikilere anlatmaya kalkıştı da Rabbimiz hemen uyarıverdi. Sana ne onun temizlenmesinden? Sen senin karşında samimi olarak gelene yönelmeliydin buyuruverdi.

Abese Süresi 11-12. Ayetin Meali: Dikkat et; bu Kur’an bir öğüttür. Dileyen onu öğüt kabul eder.

Tefsiri: Hayır hayır, çünkü bu Kur’an bir öğüttür, bir tezkiradır. Buradaki Kella’nın şöyle bir manası olmalıdır:

Hayır hayır, sen o gariban Müslümanı bırakıp ta müstekbirlere yönelme peygamberim! Onları garibanlara tercih etme! Çünkü sen gariban Müslümanları bırakıp ta onlara meyledersen onlar kendilerinde izzet ve şeref olduğunu zannedip İslam’ın kendilerine muhtaç olduğu zannına kapılabilirler. Kendilerini bir şey zannedip İslam’dan müstağni davranmaya kalkabilirler. Halbuki onlar İslam’dan değil, İslam onlardan müstağnidir. İslam’ın onlara herhangi bir ihtiyacı yoktur aksine onların İslâm’a ihtiyaçları vardır. Bu sana ve kıyamete kadar senin yolunun yolcularına bir uyarıdır. Sakın bir daha böyle yapma. Dileyen Kur’an’la öğüt alır, Kur’an’ın uyarılarıyla kendi kendisini uyarır ve doğru yolu bulur

Bu ayetlerde Rabbimiz şöyle buyuruyor: Ey Peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, şunu da hatırınızdan çıkarmayın ki risalete karşı insanlar iki gruptur. Kur’an, peygamber, İslam karşısında iki grup insan tavrı vardır.

  • Bunlardan birinci grup fıtri alıcı cihazları açık olanlar, fıtratları ölmemiş olanlar.
  • İkinci grup da fıtratları bozulmuş, alıcı cihazları ölmüş insanlardır.

Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, bunu asla unutmayın. Size ancak söz dinleyenler, söze kulak verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler icabet edeceklerdir. Alıcı cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal olan kimseler ancak icabet edecektir. Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş ölü olanlara gelince, bilesiniz ki onları ancak Allah diriltecektir.

Bu duruma gelmiş insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur.

Zira;

  • Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz.
  • Allah’ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez.
  • Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez.
  • Allah’ın şaşırttığını kimse yola getiremez.

Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar;

  • Vahye karşı kapılarını, pencerelerini kapamış
  • Duymayan
  • Duygulanmayan
  • Düşünmeyen
  • İdrak etmeyen
  • Hayattayken ölmüş insanlardır.

Bunlar ölülerdir ve bunları Allah’tan başka diriltecek de yoktur. Siz bunlarla, bu çorak arazilerle uğraşmayı bırakın da mümbit arazilerle uğraşın.

Abese Süresi 13-14-15-16. Ayetin Meali: O, Kutsal kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sahifeler üzerindedir. İyi kimseler, saygıdeğer elçilerin eliyle yazılmıştır

Tefsiri: Bu bölümde de Rabbimiz tezkirasını tanıtıyor. Yani kitabını tanıtıyor. Tezkira, meleklerin elindeki Kur’’’andır. Öyleyse eğer sizin elinizde de Kur’an varsa, sizin gönlünüzde de Kur’an varsa, siz de Kur’an’la beraberseniz, siz de Kur’an-ı yazıyor, Kur’an-ı okuyor, Kur’an’dan bilgileniyorsanız, o zaman kesinlikle bilesiniz ki sizler de tıpkı melekler gibi olacaksınız. Hatta bazılarına göre onlardan daha üstün olacaksınız diyor bu ayetiyle Yüce Allah.

Bu kitap Allah’ın yüce melekleri tarafından yazılıyor. Allah’ın son derece şerefli, Rablerinin emirlerine asla ihanet etmeyen, emin meleklerdir onlar. Gerek bu kitabın ayetlerini yazma konusunda, gerekse onu peygambere ulaştırma konusunda onlar asla hata yapmazlar, yanlışlık yapmazlar ve hıyanette bulunmazlar. İşte böyle yüce melekler tarafından yazılıp elçimize getirilen çok yüce bir kitaptır bu. Bu yüce kitabın sizlere hiçbir zaman ihtiyacı yoktur. Bu kitap Aziz ve Hakim olan Allah’tan gelme Aziz ve Hakim bir kitaptır.

Bu kitabın öğütleri İzzet ve Celal sahibi Rabbin katında kıymetli sahifelerde yazılıdır. Kimse onu bozamaz. Kimse onu ilga edemez. Kimse ondan daha güzelini meydana getiremez. Çünkü o kalpte ve kabuldedir. Kimse ondan daha güzelini veya onun bir benzerini meydana getiremez. Çünkü o merfuadır. Mekaı, makamı ve değeri çok yücedir onun. Korunmuştur şeytan parazitlerinden. Korunmuştur pislerin el değmesinden.

Bu kitap Allah bilgisidir ve bu bilgiye ancak çok şerefli ve yüce vasıflara sahip olan Allah’ın elçileri ulaşabilmektedirler. Allah’ın tertemiz elçilerine ulaşan bu bilgilerden de elbette tertemiz ve şerefli insanlar istifade edebileceklerdir. Ama şurasını unutmamak lazımdır ki, Allah’ın şerefli elçilerinin dışındakiler ne kadar da temiz ve şerefli olurlarsa olsunlar, Allah elçilerinin ulaştırıldıkları bilgi zirvesine ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır. Bizler ancak Allah’ın şerefli elçilerine müracaat ederek onların bizim seviyemize indirdikleri bilgilere muhtacız ve ancak o kadarına ulaşabiliriz. Bu da ancak Kitap ve Sünnete yakınlığımızla orantılı olacaktır. Bizler her konuda Allah ve Resulünün bize sunduğu bilgiye muhtacız.

Gerek yaşadığımız bu hayatın bilgisini, gerek yaratılış, ölüm, ölüm ötesi bilgisini ve tüm bilgileri ancak bu iki kaynaktan elde edebiliriz. Ama hal böyleyken:

Abese Süresi 17-18-19, 20-21-22. Ayetin Meali: Canı çıksın o insanın, o ne nankördür! Allah onu hangi şeyden yaratmış? Onu meniden yaratıp merhalelerden geçirerek ona şekil vermiş; sonra, yolu ona kolaylaştırmıştır. Sonra onu öldürür ve kabre koyar. Sonra, dilediği zaman onu tekrar diriltir.

Tefsiri: Bir ama olduğu halde düşe kalka Allah bilgisine koşan kimseye karşılık şu kendilerini bir şey zannederek Allah bilgisine karşı müstekbir davrananları Allah kahretsin. Ne nankör insanlar bunlar? En büyük inkar, en büyük nankörlük Allah bilgisine karşı kayıtsız davranmaktır.

Düşünebiliyor musunuz?

Allah insanları muhatap kabul ediyor, kendi bilgisinden onlara aktarıyor, o bilgiye ulaşabilecek yeteneklerle donatıyor insanları, ama bu nankör insan bu bilgiye karşı istidatlarını kullanmıyor. Allah bilgisiyle ilgilenmiyor, vahye değer vermiyor.

Vahiyden habersiz, Allah bilgisinden uzak bir hayat yaşamaya çalışıyor. Allah kahretsin böyle nankörleri. Bundan daha büyük bir nankörlük olur mu?

Nankörlük, şükrün zıddıdır. Nankör; kendisine yapılan iyiliği inkar eden, gördüğü iyiliğin ve yardımların değerini bilmeyen, iyilik ve nimet verene karşı inkarcı bir tavır takınan kimse demektir. İyiliklere ve nimet verene karşı takınılan bu olumsuz tavra, nankörlük denir.

Eskiler bu kötü ahlaka küfran-ı nimet derlerdi. Yani nimeti yalan sayma, nimeti inkar etme, nimeti ve sahibini görmezlikten gelme. Küfran-ı nimet, nimet bulunduğunda haddi aşmak ve şükrünü yerine getirmemektir.

Allah’ın nimetlerine karşı gösterilen olumlu tavır, şükür iken, şükretmemenin Kur’an’daki adı küfürdür. Şükrün ve küfrün zıt anlamlar içermesi, bazı ayetlerde açıkça gözükür:

Nankör kelimesi, Farsça’dan dilimize geçmiş bir sözcüktür. Gördüğü iyilikleri, kavuştuğu maddi ve manevi nimetleri inkar eden, iyilik edeni ve nimet vereni bilmeyen, teşekkür veya şükretmeyen kimseye de nankör anlamında kafir-i nimet denmiştir.

Kafir, Allah’tan gelen gerçeğin üzerine örten, gizleyen, tanımayan ve inkar edendir. Nankör de, iyilikleri, nimetleri ve bunları yapanları görmez, inkar eder, bilmezlikten gelir. İnsan kendine yapılan iyilik ve yardımların, verilen nimet ve rızıkların kadrini (değerini) bilmeli. Bu iyilikler ister insandan gelsin, isterse Allah’tan gelsin; kişi bunun şuurunda olmalıdır. İyilik yapanlar genellikle karşılık beklemezler. Ancak iyilik yapanlar teşekkürü hak ederler. Bu teşekkür, hem yapılan iyiliğin derecesini artırır, hem nimetin devamını sağlar, hem de iyilik yapan ile yapılan arasında sevgi bağı kurar.

Nankörlük ya insanlara karşı, ya da alemlerin Rabbine karşı yapılır. Kişi, başkasından gördüğü bir iyiliği, bir yardımı, bir destek olmayı, görmezlikten gelse, bu bir nankörlüktür. İyilik yapanı unutarak nankörce davranmadır.

İnsanlar ölünceye kadar birbirlerine muhtaçtırlar. Başkaları olmadan hayatlarını sürdüremezler. Maddi gücün her şeyi çözmediği tecrübelerle ispatlanmıştır. Kişiye ana-babasının iyiliğinden tutun da, hasta olunca tedavi eden doktora, ilim öğreten hocaya, yol gösteren bir büyüğe kadar, pek çok kimsenin iyiliği dokunur.

Bir insana ana-babasının yaptığı iyilikleri saymak mümkün mü? Bu karşılıksız iyiliklere teşekkür etmek, insanlık ve yardım etme duygusunun yüceliğinin gereğidir.

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır atasözü çok şey ifade etmektedir.

Maddeyi bütün ilişkilerin temeline yerleştiren, çıkarından başka bir kutsal tanımayan, bu yüzden de derin bir egoizme saplanan günümüz insanına bunu nasıl anlatmalı?

İnsan, diğer insanlardan gördüğü iyilik ve yardımlara teşekkür etmeli. Fakat iyilik edene kul köle olmak, onun karşısında ezilip büzülmek, zelil olmak doğru değildir. İyilik eden böyle bir şey beklerse, bu iyilik değil sömürü niyetidir. İyiliklere ve yapılan yardımlara, nankörlük etmek bir kötü ahlaktır, kınanması gereken kötü bir davranıştır. Kendisine iyilik yapılanın teşekkür etmesi, nasıl ahlaki bir görev ise, yapılacak iyiliğin bir teşekkür ve minnettarlık beklentisine bağlı olmaması da aynı şekilde bir ahlak ilkesidir.

Bu konuda ölçü şu olmalıdır: Birisinden iyilik gören, bunu unutmamalı; birisine iyilik yapan, bunu hatırlamamalıdır. Esas nankörlük, Allah’a karşı yapılandır. Nimeti haramlarda kullanmak, o nimete nankörlüktür. Gözü haramda kullanmak, göz nimetine; kulağı haramda kullanmak kulak nimetine nankörlüktür. Dolayısıyla insandan sadır olan her amel/eylem, ya şükürdür veya küfür (nankörlük).

Kişinin içinde yüzdüğü bunca nimeti görmezlikten gelip başına gelen bazı musibetleri anması, nankörlük karakterini uyandıran durumlardandır. Yine İnsana ulaşan sıkıntıların ve korkuların ortadan kalkması da nankörlüğün ortaya çıktığı durumlardandır:

Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür (İsra Süresi 67)

Nankör kimse;

  • Ortada olduğu halde Allah’ın nimetlerini görmezlikten
  • Kendisine verilen nimetleri
  • Kendisinden uzak tutulan çeşitli belaları ve kötülükleri bilmezlikten gelir.
  • Nankör insan, Allah’ın nimetlerine karşı duyarsız, kendisine bahşedilen nimetlerin kadrini bilemeyen kimsedir.

Nankörlük, her insanın fıtratında olmakla birlikte, karakterleri iman esaslarına göre şekillenmeyenlerde iyice belirginleşir.

Kahrolası insan, ne de nankördür: İnsan, nankörlükten kurtulup minnettarlığa, şükreden bir kul olmaya yönelmelidir. Hoşuna gitmeyen olaylar karşısında da sabırla direniş göstermelidir. Kur’an’ın ifadesine göre inkarcıların nankörlükleri, onların ‘küfr’ etmelerinden kaynaklanır. Küfr ile nankörlük farklı gibi görünse de aralarında yakınlık vardır. Nankörlük kelimesinin anlam sahası içerisinde tıpkı küfr gibi, Allah’ı yaratıcı, bütün evrenin sahibi ve canlılara ait geçim kaynaklarının var edicisi olduğunu; insanın sahip olduğu hayat, can, kalp, eşya gibi şeylerin O’nun tarafından verildiğini inkar etmek vardır. Bu tutum da elbette tıpkı küf’e düşmek gibidir.

Söyleyin bakalım;

  • Allah bilgisi olmadan şu konuları bilebilecek misiniz?
  • Allah onu neden, hangi şeyden yarattı?
  • Vahye müracaat etmeden bunu bilebilecek misiniz?
  • Yaratılışın sırrını çözebilecek misiniz?
  • Niye varsınız bu dünyada?
  • Kim var etti sizi?
  • Var olmadan önce neydiniz?
  • Neredeydiniz?
  • Ölüm nedir?
  • Öldükten sonra nereye gideceksiniz?
  • Bu hayatın manası nedir?
  • Bütün bu konularda sıhhatli bir bilgiye ulaşmak mı istiyorsunuz?
  • Yani insanı tanımak, insanı tanımlamak mı istiyorsunuz?
  • İnsanı tanımak ve onu mutlu etmek mi istiyorsunuz?
  • İnsan için ona en uygun bir sistem, bir hayat tarzı geliştirmek mi istiyorsunuz?

Eğer bu insanı bu insanın yaratıcısı olan Allah’ın bu insanla alakalı bildirdiği vahiy birimlerinden habersiz olarak onu sadece maddeden, sadece bedeninden ibaret zannedip bu maddesinden başka ne Allah, ne melek, ne hayat, ne ölüm, ne ölüm ötesiyle, ne de yaratılış berisiyle ilgisi olmayan bir insan kabul eder ve tüm sisteminizi böyle bir insan üzerine bina etmeye kalkışırsanız, bu insanı zinhar mutlu edemezsiniz. Zinhar bu insanı bunalımlardan kurtaramazsınız. Ne kendinizi, ne de toplumu kesinlikle intiharlardan kurtaramazsınız.

Ama;

İnsanı Allah’ın tanıttığı gibi böylece tanır ve ona yaratıcısının çizdiği hayat programını uygularsanız, işte o zaman insanla alakalı en sıhhatli bilgiyi bulmuş olursunuz. İşte o zaman insanı mutlu etmiş ve tüm bunalımlardan kurtarmış olursunuz. Bunun başka hiçbir çaresi yoktur.

  • Kendilerini, toplumlarını bu vahiy bilgisinden müstağni görenler, bu nankörler ne zannediyorlar kendilerini?
  • Neye güveniyorlar bu Allah bilgisini reddederlerken?
  • Nasıl da nankör davranıyorlar Allah bilgisine karşı?
  • Neden meydana geldiklerini hiç düşünmüyorlar mı?
  • Allah onları bir nutfeden yaratmadı mı?
  • İnsan neden yaratıldığına bir bakmıyor mu?
  • Hor hakir bir damla sudan yaratıldığını hiç düşünmüyor mu bu nankör insan. Nasıl da unutuyor bunu. Atılmış bir damla sudan yaratıldığını, eline değdiği zaman, elbisesine bulaştığı zaman yıkama lüzumu duyacağı hor hakir bir damla meniden meydana gelmedi mi?
  • Ananın ve babanın malum yerlerinden çıkan bir damla nutfeden, bir damla meniden yaratıldığını ne çabuk unutuyor bu insan?
  • Nasıl yapabiliyor bunu?
  • Neden yaratıldığını, nasıl ve kim tarafından yaratıldığını unutup kendisini bir şey zannedip Rabbine karşı kafa tutmaya nasıl cüret edebiliyor?
  • Neyine güveniyor?
  • Baba ihlilindeyken, ana rahmindeyken onu kim korudu?
  • Ana rahmini kim emin bir istikrar mahalli kıldı?
  • Atılıp gitmekten, telef olup gitmekten kim korudu onu?
  • Veya aklı başında değilken, bebekken, acizken, güçsüzken, bilgiden yoksunken, kendini bile korumaktan acizken şimdi biz ona gücünü bilgisine verirken bize karşı gelsin diye mi veriyoruz bütün bunları ona?
  • Bizim kendisine verdiklerimizi nankörce bize düşmanlıkta mı kullanıyor?

Onu böyle iki pislik mahallinden çıkan bir meniden yarattıktan sonra da onu takdir edip insan haline çevirmişiz. Gözünü, kulağını, elini, ayağını aklını, fikrini, ferasetini vermişiz ona. Sonra da onun için yolunu kolaylaştırmışız. Ana rahminden çıkma yolunu kolaylaştırmışız ve de hayat yolunu kolaylaştırmışız ona. Sonra da onu öldürür kabre koyarız.

  • Kabri nerede olacak?
  • Nerede vadesi yetip ölecek?

Tüm bunları biz takdir etmişiz. İnsanın hayatı da kendi elinde değil, ölümü de. Gelişimiz de elimizde değil, gidişimiz de. Sonra dilediği zaman da sizi tekrar diriltecektir Allah. Kalkın dediği anda kalkmamak da elinizde değildir. Allah (c.c) yaratırken, öldürürken kimseye sormadığı gibi yarın diriltirken, mezarlarınızdan kaldırırken de kimseye sormayacak.

Öyleyse;

  • Ey Allah karşısında bilgi iddiasında bulunanlar!
  • Ey kendilerini bir şey zannedip Allah karşısında güç iddiasında bulunarak Allah’a kafa tutmaya kalkışanlar!
  • Ey neden yaratıldıklarını, kim tarafından var edildiklerini unutarak yaratıcılarının yasalarını görmezden gelenler!
  • Ey Rablerinin kitabına karşı müstekbir davrananlar!
  • Ey vahiy bilgisine karşı ihtiyaç duymayarak yaşayanlar ve davrananlar!
  • Ey Rablerinin istediği hayatı yaşamayanlar!

Allah’ın (Kur’an-ı Kerim’e) kitabına karşı kayıtsız kalanlar şu gerçeği hiçbir zaman unutmamalısınız:

Sen ki basit bir varlıktın! Sen ki hiçbir şey bilmiyordun! Sen ki akılsız, idraksiz, elsiz ayaksız bir damla su idin! Ana rahmine atılmış bir damla kan idin. Bu durumdayken seni orada koruyan, seni yaratan, sana seni tanıtan, sana çevreni tanıtan, sana şuur ve bilgi veren, sana kendini, varlığını, Allah’ı tanıma imkanı veren, seni adam eden Rabbini nasıl unutuyorsun?

Nasıl oluyor da O’ndan gelen bilgilerle bilgilenmeyi bırakıp ta başkalarının bilgilerini bilgi kabul ediyorsun? Seni yaratan Rabbine karşı nasıl nankör davranabiliyorsun? Onun kitabına karşı nasıl ilgisiz kalabiliyorsun?

Düşünsene, basit bir kan pıhtısının gücü ne? Bir damla basit kan parçasının gücü, değeri ne olabilir ki? Anlama gücü yok, düşünme gücü yok, söz söyleme gücü yok. Böyle bir varlığa Allah kendi bilgisini nasip ediyor. Onu muhatap kabul ediyor ve vahyini gönderiyor. Bundan daha büyük bir şeref olur mu? Seni böyle bir damla sudan yaratan, seni adam edeni inkar mı ediyorsun? Sen kendi kendini yarattığını, kendi kendini adam ettiğini mi zannediyorsun?

Babanın sulbünden ana rahmine düştüğün, atıldığın zamanı bir hatırlasana. Adam olacak hiçbir tarafın yoktu. Gücün kuvvetin yoktu, bilgin, görüşün yoktu. Elin, ayağın yoktu. Çevren, fırsatın, imkanın yoktu. Evin, barkın, paran, pulun yoktu. Bağın, bahçen yoktu. Hiçbir şeyin yoktu. Şu anda sen adamsan ve bütün bu imkanlara sahipsen unutma ki bütün bunları sana Allah verdi ve seni adam eden de Allah’tır. Şu anda aklım var diyorsan onu sana veren Allah’tır. Şu anda malım var diyorsan, onu sana veren O’dur. Ekonomik gücüm var, siyasal gücüm var, diyorsan bunları da sana veren O’dur. Sahip olduğun, benim dediğin neyin varsa hepsini sana veren O’dur.

Sen bütün bunları sana veren ve seni yoktan var eden Rabbini nasıl inkar ediyorsun? Nasıl oluyor da her şeyini kendisine borçlu olduğun Rabbini diskalifiye ederek kendi tanrılığını iddia ediyorsun?

Abese Süresi 23. Ayet Meali: Hayır; Allah’ın kendisine buyurduğunu hala yerine getirmemiştir.

Tefsiri: Bu nankör insan Rabbinin emirlerini yerine getirmemiştir. Allah her dönem kendisine kitaplar ve elçiler göndermek suretiyle bir hayat programı göndermiştir, ama bu nankör insan Rabbinden gelen bu hayat programına aldırış etmemektedir.

Bu kitap ve elçiler göndermesinin yanında bir de onun fıtratına tevhidi ve kendisine kulluk duygusunu yerleştirdiği halde bu nankör insan Rabbine kulluğa yanaşmamaktadır. Rabbine itaat edip O’nun emirlerini yerine getirmesi gerekirken tamamen aksine kendisine kulluğu tercih etmektedir. Mükellefiyetlerini yerine getirmemektedir.

Abese Süresi 24-25-26-27, 28-29-30-31. Ayet Meali: İnsan, yiyeceğine bir baksın. Doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz.

Tefsiri: Yiyeceklerine, yediklerine bir bakmaz mı bu nankör? Kim yarattı onları? Kim var etti? Gökten su indirerek bunları kim oluşturdu? Yeryüzünü yararak bu yediğiniz üzümleri, sebzeleri, zeytini, hurmayı ve diğer yediğiniz meyveleri kim yarattı?

Allah gökten suyu indirerek yediğiniz şeylerin tümünü yaratandır. Gökten indirdiği suyla yeryüzünde insanların muhtaç oldukları tüm nebatatları, tüm yiyecekleri çıkaran, bitirendir Yeryüzünde hayatın kaynağı olan suyu indiren O’dur. Bu suyla yaşadığımız hayatın en tabii unsurlarını yaratan Allah’tır. Yemyeşil hayatı, yemyeşil bitkileri, yemyeşil otları bitiren Allah’tır.

Yüce Allah; Gönderdiği suyla salkım salkım üzümleri, hurmaları ve her türlü meyveleri çıkarmıştır. Yeryüzünde her cinsten bağlar, bahçeler var etti.

Şöyle Rabbinizin gökten indirdiği hayat kaynağı suyla bitirdiği meyvelere, bitkilere bir göz atın, bir düşünün onlar üzerinde.

  • Bunlara ne kadar muhtaçsınız onlar olmadan yaşayamazsınız değil mi?
  • Hayatınızın devamı bunların varlığına bağlı değil mi?
  • Şu insanların yaptıkları ve gururla insanlığa takdim ettikleri bu teknolojik şeylerin hiçbirisi bunların yerini tutup karın doyurmuyor değil mi?
  • Acaba bunlardan bir tanesini siz kendiniz yaratabilir misiniz?
  • Veya sizlerin şu anda güçlü gördükleriniz, hakimiyeti kendilerine verip yasalarına tabi olduğunuz insanlar yapabilirler mi, yaratabilirler mi bunlardan bir tanesini? Güçleri yeter mi buna onların?

Bir de meselenin bir başka boyutuna dikkatlerinizi çekerek şöyle sorayım:

  • Acaba sizlerin şu anda bedava yiyip içtiğiniz tüm bu nimetler Allah’tan değil de insanlardan olsaydı, tüm bu nimetlerin sahibi insanlar olsaydı, acaba bu kadar rahat bu nimetlerden istifade imkanı bulabilir miydiniz?
  • Onları bu kadar rahat alabilir miydiniz insanların ellerinden?
  • Eğer bu dünya, bu nimetler insanların elinde olsaydı, insanların mülkünde olsaydı, bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilirler miydi?
  • Şu bize her saniye ısı ve ışık gönderen güneş, şu her an teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular, meyveler, üzümler, hurmalar bir insanın ya da insanların elinde olsaydı, onu ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz?

İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. Öyleyse kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nimetlerinden istifade edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.

Bunları düşünmeyen, tüm bunların kim tarafından ve ne için verildiği üzerinde ciddi ciddi kafa yormaya yanaşmayan insana insan demek mümkün müdür?

Ama tüm bunları kendi güçlerine, kendi becerilerine ya da işte kör tabiat güçlerine veren kimseler için bu ayetler hiçbir mana ifade etmeyecektir.

Abese Süresi 32. Ayet Meali: Bunlar sizin ve hayvanlarınız için geçimliktir.

Tefsiri: Hem sizin, hem de hayvanlarınızın yiyeceklerini biz yaratıyoruz. İsterseniz reddedin bütün bunları. İsterseniz her şeyinizi kendisine borçlu olduğunuz Rabbinizi diskalifiye ederek bir hayat yaşayın. İsterseniz karşı gelin O’na. Ama unutmayın ki:

Abese Süresi 33-34-35-36 ve 37. Ayet Meali: Kulakları sağır eden gürültü duyulduğu zaman, o gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.

Tefsiri: Sahha, kıyametin isimlerinden birisidir. Sahha geldiği zaman. Sahha gerçekleştiği zaman. Yani dünyada en büyük olay, en büyük felaket anlamına kıyamet gelip çattığı zaman. Kulakları sağır eden, kapıları çalan, akılları zayi eden, kalpleri yerinden oynatıp yürekleri hoplatan felaket, o felaket geldiği zaman. Kıyamet korkunç dehşetiyle insanların kalplerini ve kulaklarını çarptığı, insanların beyinlerinde patladığı zaman.

Adından da belli olduğu gibi insanların beyinlerinde patlayacak, insanların kalplerine ve kulaklarına çarpacak, yürekleri yerinden oynatıp kalpleri, gökleri yarıp parça parça edecek, dağları ufalayıp tuz buz edecek, yıldızları yerlerinden söküp sağa sola atacak, güneşin ve ayın defterini dürecek, insanları hedefini şaşırmış ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilmez bir vaziyette kelebekler gibi sağa sola uçuran kıyametin o müthiş gürültüsü geldiği zaman.

O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, karısından, oğlundan, kızından kaçacak. Neden?

Çünkü o gün herkesin başını aşkın derdi vardır, herkesin kendine yetecek meşguliyeti vardır. Herkes kendi başının derdine düşmüştür. Kimsenin kimseyi düşünecek mecali de yoktur, zamanı da yoktur. O gün kimse kimsenin hatırını soramayacak, kimse kimseyle ilgilenemeyecektir. Herkes kendi başının derdine düşecektir.

Abese Süresi 38-39-40 ve 41. Ayet Meali: O gün birtakım yüzler aydınlıktır, gülmekte ve sevinmektedir. O gün birtakım yüzler de tozlanmış ve onları karanlık bürümüştür.

Tefsiri: O gün kimi yüzler vardır ki aydınlık, pırıl pırıldır. O gün kimi yüzler de vardır ki başarı neticesinde, sürur içinde ışıldar, parlar dururlar. Yani karşılaştıkları güzel akıbetler karşısında memnun, neşeli, sevinçli, pırıl pırıl böyle parlak yüzler vardır.

Mutaffifin Süresinde anlattığı gibi: İyiler, şüphesiz, nimet içinde ve tahtlar üzerinde etrafı seyrederler. Onları, yüzlerindeki nimet pırıltısından tanırsın (Mutaffifin Süresi 22-24)

Orada müminler yüzlerinin pırıltısından tanınacaklar. Çünkü onlar orada Allah tarafından ağırlanacaklardır. Onlar için orada büyük bir ağırlanma vardır. Orada Allah’ın sonsuz lütfuna ve ebedi ağırlamasına gidiyor o müminler. Orada mahrumiyet yoktur. Orada üzüntü verici herhangi bir şey yoktur.

Allah’ın nimetlerinin eseri insanın yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde hissedilecektir. Sevinçleri, memnuniyetleri, yüzlerinde, gözlerinde, hallerinde ve tavırlarında etrafa taşacaktır. Onları görenler her taraflarından bu nimetlerin sevincinin aktığını hissedecek. Cennette Rabbinizin onlar için hazırladığı nimetlerin eseri her hallerinden görünür biçimde sevindirileceklerdir.

Dünyada işledikleri salih ameller, yaşadıkları vahiy kaynaklı hayatları şükre değer görüldüğü için cennette süslenip ziynetlendirilecekler. İkram olunacaklar. Cennet onlarla özdeş olacak, içlerine dışlarına sinecek ve tüm zerrelerinde etkisini gösterecektir. Cenneti kuşanacaklar, sevinci giyinecekler, hep neşeli, hep canlı olacaklar. Allah’ın rahmeti onları çepeçevre kuşatacak ve Allah’ın nimetleriyle iç içe olduklarını her an hissedecekler de bütün bunların Rablerinden geldiği şuuru içinde Rablerine karşı sürekli bir hayranlık ve şükran duygusu içinde olacaklar.

Dünyada yaşadıkları güzel bir hayatın sonunda, Rablerinin rızasını kazanmanın, Rablerinin rıza ve hoşnutluğunu görmenin sevinci içindedir kimi yüzler.

Yunus Süresinde bu olay şöyle anlatır:

  • Muhsinlere (İyi davrananlara); daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karanlık, ne de zillet bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir, orada temelli kalırlar (Yunus Süresi 26)
  • Bir takım yüzlerin ağaracağı ve bir takım yüzlerin kararacağı günde büyük azap onlaradır. Yüzleri kararanlara: İmanınızdan sonra inkar eder misiniz? İnkar etmenizden dolayı tadın azabı denecektir. Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmetindedirler. Onlar orada temellidirler (Al-i İmran Süresi 106-107)

Kimi yüzler, kimi yüzlerin sahipleri işte böyledir ama o gün kimi yüzler de vardır ki;

Zelil, hor, hakir, önlerine düşmüş, suspus olmuşlardır. Kimi yüzler var ki o gün perişandır. İşte o gün nice yüzler vardır ki, nice yüz sahipleri vardır ki, kayıplarından, ıstırabından, hüsranlarından ötürü kapkara kesilmiştir. Abus bir çehre olarak pusarır, asılıp kalır. Adam suçundan, kaybından, ayıbından, ıstırabından, üzüntüsünden dolayı suspus olmuş, yıkılmış, bitmiş, tükenmiştir.

Dünyada yaşadıkları hayattan ötürü, yaptıklarından ötürü kapkara kesilmiştir yüzleri. Cehennem alevlerinin tozları, külleri vardır yüzlerinde. Hasret tozlarına batmıştır yüzleri. Bedbahtlık yüzlerinden okunur bir haldedirler.

Şura Süresinde bu husus şöyle tasvir edilir: Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarken, ateşe sunulduklarını görürsün (Şura Süresi 45)

Abese Süresi 41. Ayet Meali: İşte bunlar inkarcı olanlar, Allah’ın buyruğundan çıkanlardır.

Tefsiri: Bunlar kefere ve feceredirler. Bunlar küfretmiş ve Allah’a kulluktan çıkarak fısk ve fücur içine düşmüş insanlardır. Bunlar örtmüş insanlardır. Neyi örtmüşler?

  • Allah’ı örtmüşler, Allah’ı gündemlerinden düşürmüşler,
  • Allah’ın kitabını örtmüşler, Allah’ın ayetlerini örtmüşler,
  • Allah’ın ayetlerini, Allah’ın hayat programını yok farz etmişler, fıtratlarını örtmüşler,
  • Allah’ın kendilerine verdiği akıllarını, gözlerini, kulaklarını, kalplerini kullanmak istememişler, her şeyi örtmüşler.

Bu kafirler kendilerini olmamaları gereken yerde, bulunmamaları gereken yerde tutmuşlar. Kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarmışlar, ya kendi heva ve heveslerine ya da başkalarına kulluk ortamında tutmuşlar. Bunlar kendilerini yaratıcılarına kulluk ortamından çıkardıkları için en büyük zalimdirler.

Ya da kendilerini ateşe götürenler, kendilerini cehennem yolunda tutanlar, aslında kendi kendilerine bunlar kadar zulmeden başka birileri olamaz. Kafirler inkar ettikleri için önce hakka zulmetmişlerdir. Kendilerini uçuruma, yani cehenneme sevk ettikleri için kendi nefislerine zulmetmişlerdir. Sonra insanları Allah yolundan uzaklaştırmaya çalıştıkları için de insanlara zulmetmişlerdir bunlar.

Bu müstekbirler dünyada Allah’ın ayetlerini örtüp yalan sayıyorlar, Allah’ın ayetlerini yok farz ediyorlar, Allah’ın ayetlerine karşı aldırış etmiyorlar, Allah’ın ayetlerini uygulamaya yanaşmıyorlar da başkalarının ayetlerini uygulamaya çalışıyorlardı. Hayatı düzenlemek üzere Allah’ın gönderdiği ayetlerini görmezden geliyorlar da hayatlarını başka şeylerle düzenlemeye çalışıyorlardı.

Bir de onlar ahirete küfrediyorlardı. Ahireti örtüyorlar, ahireti, hesabı, kitabı gündemlerinden düşürüyorlardı. Yaptıkları işlerin bir gün karşılığını göreceklerini hiç düşünmüyorlar. Cürümlerinin, şirklerinin, küfürlerinin sümenaltı edileceğine inanıyorlardı.

Bundan dolayıdır ki;

Alabildiğine cesurca günahların üstüne, üstüne gidiyorlar, kendilerini isyanlardan engelleyecek hiçbir kayıt tanımıyorlardı. Zaten ahirete, hesaba, kitaba inanmayan, ahireti gündemlerinden düşürmüş insanların yapamayacakları yoktur yeryüzünde. İpini koparmış danalar gibi sorumsuzca hareket ederek Allah’ın dininden Allah’ın rahmetinden kopmuş insanlardır bunlar. İşte bu kefere ve fecere cehenneme yuvarlanacak ve cennet nimetlerinden mahrum olacaklardır.

Müstekbir: Kendini büyük ve üstün görüp gerçekleri kabul etmeyen, hakka karşı inatla direnen kimse demektir

Kaynak: Ali Küçük / Besairu’l Kur’an

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.